Bu Blogda Ara

31 Temmuz 2011 Pazar

Felon (2008)


Güzel ve yalnız ülkemin son aylarda gündemini oluşturan olayların başında birbiri ardına hapse giren ünlü isimler oluştururken karşıma bu gizli hazine çıkıverdi. Oyuncu kadrosunda karizmatik isim Val Kilmer olmasına rağmen filmin adını duymamıştım. Bir temmuz akşamı sıcağında filmin hissettireceği kötü duygulardan habersiz filme başlamıştım bile.
Hikaye mutlu bir aile tablosuyla açılıyor. Daha doğrusu bunu resmiyete dökmeye çalışan erkek, kadın ve çocuktan müteakip evliliklerini bekleyen bir çekirdek aile. Gece evlerine giren hırsızdan ailesini korumaya çalışırken, hırsızı beyzbol sopasıyla bahçeye kovalayan ve anlık refleksle ölümüne sebebiyet veren Wade Porter filmin merkezindeki karakterimiz. Kendisini canlandıran aktör Stephen Dorff'muş ki takdirimi kazanan bir oyunculuk sergilemiş. Sivil hayatla hapis hayatındaki görsel değişimi oldukça başarılı yansıtmış.
Porter'ın hapse girmesi ve akabinde yaşadıkları oldukça etkileyici ve gerçek bir hikayeden alınma. Ve ben bu filmi izlerken her an benim de başıma gelebilir hissiyatıyla yaşananları gördükçe içimi sıkıntı bastı. Zaten filmin güzelliği de bu, yaşananları izleyiciye inandırıp onu etkisi altına alması.
Porter'ın arkasında bıraktığı ailesi, nişanlısı ve oğlu filmin pasif karakterleri, ancak film de hiç de öyle pasif değiller. Nişanlı maşallah adamın hayatını mahvetmeyi başarıyor. Adam içerde neler çekerken çemkirmeyi başararak cinsiyetine uygun hareketler gösteriyor, ki izlerken şu kadın karaktere etmediğim küfür kalmadı.
Porter'ın hapishane hayatı tarafı ise filmin asıl hikayesini oluşturmakta. Hapishanedeki gardiyanı oynayan ki birçoğumuzun öncelikle Matrix ve Lost dizisinden hatırlayacağı Harold Perrineau filmdeki kilit karakterlerden bir diğeri. Normalde kendi halinde ezik rolleri oynamaya yatkın bu adamı ortamı dağıtan ve mahkumların hayatına giren bir kötülük imajı çizen gardiyan rolüne pek yakıştıramadım. Bir de üstüne oğluna sahip çıkan baba sahnesi gelince oldu mu sana bir Michael demeden duramadım. Filmin gizli öznesi ise aldığı kilolara rağmen karizmasından hiçbir şey kaybetmemiş Val Kilmer.
John Smith gibi tırt bir ada sahip 17 kişiyi öldürmüş yılların mahkumu rolünde Val Kilmer her sahnede döktürüyor.Porter'ın hayatına hücre arkadaşı olarak girdiğinde aslında hayatına da girmiş oluyor. Porter'ın hapis hayatına adapte olmasında büyük rolü olan Smith aynı zamanda da hapishanede dönen gardiyan oyunlarına da direnme gücünü oluşturuyor.
Jackson adlı gardiyanın komutasında mahkumları adeta arenadaki gladyatörler gibi kullanıp üstünden bahis oynayan kolluk kuvvetlerinin insanlık dışı uygulamaları filmin diğer hikayesi.
Porter hem gardiyanlarla, hem diğer çetelerle, hem de mızmız ağlayan nişanlısıyla uğraş verirken açıkçası ben de izlerken nefessiz kaldığımı hissettim. Çünkü filmin konusu hiç de kurgusal değil, hayatta hepimizin başına gelebilecek bir hikaye. Bu yüzden de insan kendini Porter'ın yerine koyduğunda her an o hapiste ben olabilirdim hissiyatına kapılıp nefes darlığı çekebiliyor.
Bu da gerek yönetmenin, gerekse Porter'ın fiziksel değişimini başarılı bir şekilde aktaran Stephen Dorff'un başarıları. Yönetmenin genelde yakın açılarla çekim yapması belki de bizi filmin içine çeken bir diğer faktör.
Karşımızda etkileyiciliği yüksek bir hapishane/hayat dramı hikayesi duruyor. İzlerken zaman zaman üzülüp, zaman zaman da bunalabileceğiniz hikaye belki sizi sıkabilir ama unutmayın Porter'ın yerinde hepimiz olabilirdik.

1 yorum: