Bu Blogda Ara

127 saat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
127 saat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ağustos 2011 Pazartesi

127 Hours (2010)

Danny Boyle 90lar sinemasında kendine yer edinmiş en önemli isimlerden. Bir çoğumuz tarafından Trainspotting fırtınasıyla tanınmış Boyle'un bence en sağlam işi kara film türüne kazandırdığı kusursuz film Shallow Grave'dir ki bu film için sayfalarca yazılacak övgü dolu makale ve övgü bulunabilir. Bence en güzeli "Transpotting yılın en iyisiyse, Shallow Grave son 10 yılın en iyisidir" diyen İngiliz film eleştirmenlerince gelen yorumdur. Neyse efendim Boyle abimiz bu muhteşem film sayesinde ileride Obi-Wan Kenobi rolüne de soyunacak her yerinden yetenek fışkıran bir Ewan McGregor'u geniş kitlelere tanıtırken, kendisine de hatırı sayılır bir yer edindirmişti. Yıllar geçti ve Danny Boyle her ne kadar ilk iki filmini özleten performanslara imza atsa da her zaman adı ve yaptıkları anılır bir yönetmen olarak kaldı. Şahsi görüşüm başlangıçta senarist John Hodge ve yapımcı Andrew Macdonald ile birlikte kurdukları kutsal üçlüyü bozarak çok büyük hata yaptılar ama tabii bilinemez. Her ayrılık acı verse de Megadeth örneğinde görüleceği üzere bazı ayrılıklar da başka efsanelere yol açmakta. Hoş yapımcı Macdonald ortaklığında 28 Days Later.. ile tekrar ortamlara sağlam bir giriş yaptılar. Genel sinemaseverler tarafından tanınması ise Oscar heykelini kucakladığı daha çok Fatih Akın sineması tadındaki masalsı film Slumdog Millionaire ile oldu. Ödül sonrası çektiği ilk film ise gerçek bir hikayeye dayanan tek mekanda sıkışmış bir karakter hikayesine odaklı 127 Hours oldu. Son filmlerinde kariyerine başlamış olduğu kara film tarzından oldukça uzakta seyreden Boyle her ne kadar eskiyi aratsa da yine de kalbur üstü filmlere imza attı. Biz oturduğumuz yerden eleştirirken bile, çalıştığımız şirketi ve pozisyonumuzu sürekli değiştirirken, farklı türlere kaydı diye birini eleştirirken dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Belki kendini tekrarlamaktan korkan, belki yeni heyecanlar kovalayan bir insanı yerden yere vurmak yerine her işini o filmin sınırları içinde eleştirmeliyiz belki de. Boyle kara film (duyduğum kadarıyla film-noir diyince daha entel olunuyormuş ergenlere duyurulur) tarzında (buraya da janrı yazarsan sinemacı oluyormuşsun) kendini ispat etse de yeni denemelere her zaman açık olduğunu belli etmiş birisi.
Bu kadar uzun bir girişten sonra filme gelirsek - ki bence filmin künyesindeki en önemli isim Danny Boyle olduğu için böyle bir giriş yapmayı uygun buldum- karşımızda kurgudan çok gerçek bir hikayeye dayalı bir film duruyor - bence üretemeyen bir sinema sektörünün en önemli dayanağı yaşanmış hikayelerdir-. İnsan zekasının yarattığı kurgusal hikayelerin yerini yavaş yavaş yaratıcılığın tıkandığı noktanın sonrasındaki yaşanmış hikayeler almakta. Biz kapitalizmin doruklarında yaşayan seyirci de bunları yavaş yavaş kanıksamaytayken karşımıza sunulan son örneklerden birisi de kurtlu mu kurtlu tam bir 2000ler gencinin kendi kendine düştüğü çaresizlik karşısındaki yaşadıkları.
Filmin başında Boyle eskiden çok kullandığı hızlı kurguyu yaşlanmanın da belirtisiyle biraz ağırlaştırarak kullanmış. Yine de böyle tek mekanda geçecek bir filme göre oldukça hızlı bir giriş. Filmin baş kahramanı Aron o İsviçre çakısını alamadığı an zaten onu ne kadar arayacağını anladıktan sonra deyim yerindeyse "dünya sikime minare götüme" tadındaki yaşamına bir yarım saatlik giriş yaptıktan sonra o kadar hareketten sonra gelemeyen bereketi görüyoruz. Bir insanı sinirden deli edebilecek kapasitedeki sinir bir kaza sonrası adamımız sağ eli sıkışık bir şekilde kuç uçmaz kervan geçmez bir kanyonda filme de adını veren 127 saatlik bir süreçle karşı karşıya geliyor. Burda devreye Boyle'un usta eli giriyor ve filmin sonuna kadar en azından seyirciyi sıkmayan bir bölüm izliyoruz. Filmle aynı zamanda gösterime giren ve çok daha derin mesajlar verip, gerilimi son sahneye kadar üst düzeyde tutan, tek mekan olayına getirdiği yaklaşımla kat be kat daha unutulmaz bir performansla hafızalarda yer edinen Buried ile karşılaştırılması kaçınılmaz hale gelen 127 Hours başroldeki James Franco'nun gerçekçi ve inandırıcı performansı ile ayakta duran bir film. Bence bu filmle de Franco, yakışıklı jönden karaktere can veren aktöre terfi etmiş. Kişisel olarak Spider-Man serisindeki yakışıklı olması dışında başka olayını görmediğimiz Harry Osborn rolünde çok da yetenek segileme fısratı bulamayan bu adamın böyle zor bir tek kişilik performansın altından yeteneğini göstererek kalktığından yanayım.
Hala filmle ilgili bir yorum yapmadığımı farkederek ve filme dönerek tek mekanda kahramanın kafasındaki geri dönüşlerle zaman zaman seyirciyi zaman-mekan konusunda rahatlatan, genel olarak ise kahramanın düştüğü zor durum nedeniyle seyirciyi de o pozisyona sokarak seyirciye aynı sıkıntıyı yaşatarak hikayeyi seyirciye aktarma konusunda başarılı bir film değerlendirmesini yapmak boynumun borcu.
İzlerken kendimizi Aron yerine koyduğumuz süre filmin büyük çoğunluğunu oluşturuyorsa ve özellikle Aron'un sinirine attığı bıçak darbesinde ben gerim gerim gerildiysem yansıtılan gerçekçilik konusunda şapka çıkarırım.
Eğer ben yanlış anlamadıysam ve özünde büyük bir kapitalizm eleştirisi varsa - rahat bir yaşam ve kolayca harcanan ilişkiler sonrası yaşanan özeleştiri - önünde saygıyla eğiliyorum bu filmin ve Boyle üstadın...