Senelerdir ülkemiz sınırlarında bir çok konser ve festivale gitmiş birisi olarak yurtdışına çok geç açıldığımı kabul ediyorum. Neyse geç olsun güç olmasın diyerek 2016 Hellfest sonrası hedefim 2018 Graspop oldu. Bu sene festivali XL etiketiyle 4 güne çıkaran kadroyu da Şampiyonlar Ligi kalitesine taşıyan festival için bilet ve tokenlarımı Aralık ayında aldım. Bilete 245€, 80 tokena da 200€ gömdüm. Tokenları önceden alırsanız tanesi 2,5€’a geliyor. Festival sırasında alırsanız 2,85€’dan satılmakta. Tabii Aralık ayında alarak kur farkından da kar ettim. Kar derken giren paradan demek istiyorum :)
Ulaşım konusunda burayı okuyanlara tavsiye vermek isterdim ama
Amsterdam’dan giriş yapıp arkadaşlarımızda kaldığım kısa bir tatil sonrası yine
aynı arkadaşlarımla araba kiralayıp geldiğimiz için direkt Belçika’dan ulaşım
nasıldır bilemiyorum. Bildiğim kadarıyla Amsterdam da dahil olmak üzere bir çok
yerden festivale otobüsler kalkıyor. Ancak yine de en temizi kalabalıksanız
araba kiralamak. Amsterdam’dan konser yeri arabayla yaklaşık 1,5 - 2 saat
sürüyor.
Festival alanına 12 gibi vardığımızda uzun bir kuyruk bizi
bekliyordu. İtiraf edeyim, organizasyon ve düzen konusunda Graspop, Hellfest’in
oldukça gerisinde. Yaklaşık 2,5 saati bulan beklemeden sonra girer girmez elimizde
bavullarımız olmasına rağmen hem bileti hem de tokenları almak çok yorucu ve
anlamsız. Tokenları içeride ayrı bir alandan rahatça alabilirdik. Sonrasında ise
çadır yeri arayışı derken maalesef Doro Pesch ablamızı kaçırdık. Çadır alanında
çadırı kurduğumuz yol çizgilerinin ise akşam geldiğimizde işgale uğraması
nedeniyle çadırı bulmak için de ekstra zaman kaybettim. Mümkünse yakınındaki
bir flama ve işareti baz alın veya referans noktasından adım sayın. Geldiğimde
bir çok kişiye buradan bir yol geçmiyor muydu sorusunu sorduğumda konu hakkında
bayağı sohbet ettik. Neyse çadırı kurdum, üstümü değiştirdim (beklediğimden
soğuk olduğu için 3 kat üstüste giyindim demem daha doğru olur) ve artık
festival için hazırdım.
Alana girdiğimde Sahne-1’de Black Stone Cherry çalıyordu. Açıkçası
bira ve patates keyfine daldığım için kendilerini pek dinleyemedim. Ardından Sahne-2’de
Iced Earth ile festivale başlamış oldum. Iced Earth eskiden beri hayranı
olduğum ancak bir türlü izleyemediğim bir gruptu. Grubu zırt pırt bırakıp giden
efsane vokal Matthew Barlow olmadığı bir Iced Earth ne kadar istediğimi verirdi
bilemiyordum ve yanılmadım. Yeni vokal kelimenin tam anlamıyla ergen. Frontman
yeteneği yok, sesi rahatsız edici seviyede ince ve tiz. Grup hala zıpkın gibi
şarkılar yapmasına ve Jon Schaffer’in yeteneğine rağmen bu vokalle maalesef
eski günlerini mumla arar. Benim açımdan tek artısı dinlendiğim, Jon Schaffer’i
kanlı canlı gördüğüm ve eskilerden Burning Times, The Hunter ve favorim
Watching Over Me dinleme şerefine ulaştığım konser olmasıydı.
Ghost’a kadarki arada akşam yemeği işini hallettim ve Hellfest’de
izleyip adeta hipnoz olduğum, o günden beri de sıkı fanı haline geldiğim
Ghost’u izlemek için Sahne-1’in önlerinde yerimi aldım. Ghost diğer sahnede
çıkıyordu ancak sonrasında sahne alacak GNR fırtınası önlerden izlemek
istediğimizden arkadaşlarla Ghost’u yan sahne ve ekranlardan izlemekle
yetindik. Ghost Hellfest’deki gibi ayinsel şov olayına girmedi. Fransa’da
sahneye rahibe kızları çıkartmış ve öndeki seyircilerin ağzına kutsanmış ekmek
koymuştu. Tamamiyle görsel bir ayin izlemiştik. Adını Cardinal Copia olarak
değiştiren Tobias Forge, grubu da egosuna kurban edip diğer dört elemanı da
inek gibi sağdıktan sonra yoluna yeni elemanları, yeni adı, yeni makyajıyla
devam ediyor ve yine standart üstü bir performans sergilediler. Her ne kadar 2
sene önceki konserlerinin ben de yeri ayrı olsa da Graspop’da da büyülediler.
Ben yeni maskesini sevdim. Mimikleri ve ifadesi belli olmadan o ikna edici ses
tonuyla konuşan Cardinal başka hiç bir grupta göremeyeceğiniz dakikalar
yaşatıyor. Tek eksiklik bıyıkla kadın satıcısı imajına yakın durması, ve ben
eski panda gözlü Papa’yı özledim. Buna tanık olmak da büyük şans. Rats, Rituel,
From the Pinnacle to the Pit, Cirice, Mummy Dust, Dance Macabre ve
Square Hammer öne çıkan parçalardı. Eskilere zaten hayranım ama son hitleri
Dance Macabre tam bir 80ler hiti. Cıvıl cıvıl bir parça. Büyüksün Ghost.
Ghost sonrası ise yıllardır beklediğim an gelmek üzereydi.
Çok büyük fanı olmasam da içindeki müzisyenlere ve şarkılarına olan saygımdan
dolayı (Axl ibnesi ne kadar hakediyor orası ayrı ama Slash’in yeri bambaşka)
Guns N’ Roses ve 3,5 saatlik performansı festivalde en büyük beklentimi
oluşturan kısımdı. Başında tanktan sağa sola ateş edilen bir görüntüyü ekranda
10-15 dakka işzlemek zorunda kaldık ve korkum geç çıkmasıyla meşhur Axl’ın bize
yine bir gol atacağıydı ama sadece 10 dakika geç kalarak bizi mutlu etti. It’s
So Easy ile başlayan fırtına tamı tamına 3,5 saat sürdü. Konserin başında
Axl’in sesi kötüydü. Evet bildiğin kötüydü ve söyledikçe oturdu. Slash hiç
durmadan solo attı, Axl da tutuk başladığı konserde arap atı gibi sonradan
açıldı ve sesi oturdukça daha fazla hopladı zıpladı. Burada tek tek şarkıları
yazmak gereksiz. Alın size playlist.
Konserin ilk dev performansı Estranged oldu. Epik bir şarkı gerçekten. Welcome
to the Jungle, You Could Be Mine, Sweet Child O' Mine, Don’t Cry, November Rain
grubun ilk akla gelen unutulmaz hitleri zaten. Özellikle November Rain’de arka
fon sayesinde Slash’in bulutların üstünde solo attığını izlemek harikaydı.
Kendi şarkıları yetmedi bir çok cover da çaldılar. Aralara serpiştirdikleri
enstrümantal Wish You Were Here, The Godfather Theme, Chris Cornell’e selam
çaktıkları Black Hole Sun derken en sonunda Paradise City ile veda ettiler.
Şarkının enerjisi ve ortalığa saçılan konfetiler eşliğinde artık günün
yorgunluğu, soğuk hava derken hem donuyor hem de yere yığılmak üzereydim.
Kısacası Guns N’ Roses her türlü ağzımıza sıçtı.
Böylece ilk günü tamamlamış ve çadıra doğru hem uyumak hem
de o gece donmak üzere yola koyulduk. Uzun zamandır böyle donmamıştım.
Teşekkürler Dessel. Gideceklere tavsiyem gece için ekstra kalın polar veya
battaniye götürmeleri.
İkinci gün güzel bir kahvaltı yaptım. İki tost gömüp çayımı da içince kendime geldim. Geceden üşüdüğüm için boğazım ağrıyodu o yüzden bira yerine viski içerek boğazımı yumuşattım. Jack Daniel's bar güzel mekandı. Güne Sahne-1’de çıkan Avatar’ı izleyerek başladık. Arkadaşlar daha önce izlemişler ve çok övmüşlerdi. Dedikleri kadar vardı. Öğlen 12'de çıkacak bir grup değiller bence ama herhalde sabah sabah insanları kendine getirmek için o saate konulmuş. Katılım da o saate göre oldukça fazlaydı. Avatar sadece kulaklara değil göze de hitap eden bir grup. Sahnede adeta bir opera sergiliyorlar. Müziklerinin operayla ilgisi yok tabii ama konserlerinin konsepti de var. Örneğin gitarist sahneye asansör gibi bir platform ile ve kafasında taç giyerek çıktı. İlk şarkıda sadece oturarak çaldı. İkinci şarkı öncesi vokal kralı halka yani bizlere tanıtıp selamlattı ve kral da yerinden kalkarak yerini aldı. Güzel ambiyanstı. Grubun en büyük artısı yılan gibi upuzun dilli, sürekli mimiklerini değiştiren ve gülen, ruh hastası olma ihtimali yüksek ama o derece de kendini izleten teatral yeteneği olan vokalleri. Sesini brutal ve clean geçişlerle kullanan aynı şeyi mimiklerine de yansıtan adıyla da mesteden vokal Johannes Michael Gustaf Eckerström grubun yarısı adeta. Kesinlikle izlenmesi gereken bir frontman. Seyirciyle iletişimi olsun, konuşmaları olsun, sesi ve mimikleri olsun muazzam bir performans sergiledi. Hastası oldum. Konserde 7 şarkı çaldılar. Paint Me Red ve Smells Like a Freakshow aklımda kalan şarkılardı. Avatar bu festivalin gönlümü fetheden bilmediğim ilk grubu oldu.
Tüketilen viskilerin etkisiyle Stick to Your Guns ve Shinedown’u arka planda dinlerken uyuklayarak güç topladık. Festivallerde en sevdiğim şey böyle çok merak etmediğim grupları dinlerken çimlerde uyuyakalmak. Sonrasında ilk çadır performansımız için Arkona grubunu izlemek üzere çadırın yoluna koyulduk. Çadırlarda genelde mainstream tarzı dışı kalan ama çok etkili performansları da yakalayabileceğiniz gruplar çıkar. Arkona grubu da böyleydi. Pagan konseptli bir grup. Rus menşeli grubun vokali kadın. Ve sahnede resmen Pagan büyüleri ve ayini yapan bir kadın ve ekibi vardı. Gayda ve flütün Rusça ve Pagan müzikle birleşimi tek kelimeyle büyüleyiciydi. Avatar’dan sonra Arkona da festivaldeki bir diğer kazanımım oldu.
Tremonti ve Powerwolf (izlemeyi isterdim) feda edebileceğim
gruplar olduğu için çadıra gidip akşam kıyafetlerimi giyerken harcadığım
gruplar oldular. Tekrar festival alanına geldiğimde yine aynı çadırda bu sefer
Septic Flesh için hazır oldaydık. Adamın Yunan olduğu 100m den belli oluyor.
Resmen Sakis’in daha irisi. Aynı burun aynı yüz hatları. Akraba bile
olabilirler. Septic Flesh yine acaip bilim kurgu soslu kıyafetleriyle
sahnedeydiler. Favori grubum değiller ama enerjilerini seviyorum. Benim mi
tadım yoktu bilemedim ama o kadar da etkilendiğim bir konser olmadı. Ancak yine
de ritmlerini duymak, o enerjilerini hissetmek, Septic Flesh’i kanlı canlı görmek
için bile değerdi. Standart bir konserdi. Ne süper ne de kötü.
Hazır sahnede Killswitch Engage varken, ki kendilerini pek
bilmem ve merak etmem akşam yemeğini aradan çıkardım. Domuz kaburga seçimimden
çok memnun kaldım, harika bir şeydi. Bulursanız kaçırmayın derim. Kaburganın
üzerinde eti bıraktıkları için löp et yiyebiliyorsunuz ve muhteşem bir tadı
var. Neyse, sonrasında Iron Maiden’in sahne alacağı Sahne-1 önünde
yerimizi aldık ve yan sahnedeki Avenged Sevenfold’u izlemeye başladık. Hani
bazı gruplar vardır, albümlerini dinlersiniz pek etkilenmezsiniz de konserde
izlediğinizde büyülenirsiniz. Hah işte Avenged Sevenfold’un bendeki etkisi tam
tersi oldu. Albümlerini veya şarkılarını dinlerken beğendiğim grubu konserde
nedense hiç sevemedim. Tam bir ergen grubu gibi geldi. Yetenekliler, güzel
şarkılar yapıyorlar ama sahnede klasik bir Amerikan Hardcore grubu gibi hareket
etmekten öteye gidemiyorlar. Hail to the King ve So Far Away gibi çok sevdiğim
şarkılarını canlı dinlemek güzeldi. Konserin geri kalanı bana açıkçası pek
keyif vermedi. Bat Country şarkılarının sonlarına doğru bayılan bir hayranları
için şarkıyı kestiler ve sahneden inerek arka tarafa geçtiler. Güzel davranıştı
ama neden sahneden indiklerini anlamadım. Hayranlarıyla kendileri mi
ilgilendiler yoksa keyifleri kaçtığı için mi yaptılar bilmiyorum. Yine de şık
bir hareketti ve yaklaşık 10 dakika sonra geri gelip konsere devam ettiler.
Ve sıra daha önce 2 kere izlemiş bile olsam yine izlemekten
kaçınmayacağım Bruce Dickinson’un performansını özellikle merak ettiğim metal
tarihinin en büyük gruplarından Iron Maiden’da idi. Her ne kadar artık gına
getirecek seviyede her turnede Aces High, The Trooper, Fear of the Dark, Iron
Maiden gibi şarkılarla bezeli playlist hazırlasalar da her seferinde yeni veya
uzun zamandır çalmadıkları şarkıları ekleyerek merak uyandırıyorlar. Benim
açımdan The Clansman, For the Greater Good of God, The Wicker Man (sırf o
melodiye eşlik ederek ooooo diye bağırmak bile başlı başına büyük zevk), Sign
of the Cross ve Flight of Icarus merakla beklediğim şarkılardı. Askeri bir
ortamla başlayıp her şarkıda arka planın değiştiği, uçakların, Eddy’nin arz-ı
endam ettiği, kilise ortamına bile bürünülen muhteşem bir 2 saat geçirdik. Sign
of the Cross gerek şarkının kendisi gerek de şarkı esnasındaki kompozisyon
olsun konserin zirve noktasıydı. Bruce Dickinson inanılmaz enerjili ve
mutluydu. Kahkahalar attıkça biz de mutlu olduk. Hoplayıp zıpladıkça bizim de
enerjimiz arttı. Sadece The Clansman öncesi şarkının hikayesine ve şarkıda
anlatılan William Wallace’a değinen Bruce diğer şarkı aralarında pek konuşmadı.
Zaten tek konuşmamı da şimdi yapıyorum demişti. Iron Maiden hala efsane, Bruce
hala tanrı modunda, grup hala mükemmel performans sergiliyor. Ve ben yine Iron
Maiden izlerken büyüleniyorum. Bir gün, muhtemelen yakın zamanda artık Iron
Maiden olmayacağını bilmek de çok üzücü. Adamlar yaşlanıyor maalesef. Hala taş
gibi çalıyorlar orası ayrı.
Sonrasında ise gerek konserin büyüsü gerek de yorgunluk nedeniyle çadırda performans sergileyen Ayreon’u dışarıda yere serdiğimiz battaniye üzerinde ve gelip geçen sarhoş gençlerle muhabbet ederek tam olmasa da ucundan dinlemiş ve görmüş olduk. Aslında grup ve ünlü konukları çadırı değil kesinlikle ana sahneyi hakediyorlar. Resmen ünlüler geçidi şeklinde geçen konserde bir çok kişi sahne aldı ve şarkılar da gayet güzeldi. Bu arada şunu da ekliyim Belçikalı sarhoş gençler çok kibar ve komiklerdi. Bizdeki sarhoşlar genelde sinirli oluyor. Sanırım bunun en büyük sebebi bizim mutsuz olmamız. Siyasi mesajımızı da verdiğimize göre çadıra çekilip ertesi güne hazırlanma zamanı.
Cumartesi sabahına bacon & yumurta yiyerek bomba gibi
başladım. Festivali henüz yarılamıştık ve bir bu kadar daha konser
izleyecektik. Kahvaltı sonrası viskimi de yudumlayarak çadırda Bölzer izleyerek
güne başladım Hakkında fikrim olmadığı grubu beğendim. Enerjisi yüksek, vokal
brutal ama sağlam, şarkıları da melodik. The Archer şarkıları süperdi. Bölzer’i
de takip edilecekler listeme aldım.
Akabinde ana sahnelerin önündeki piknik yerimizi aldık ve
çıkan grupları oturduğumuz yerden dinlemeye başladık. Sırasıyla Seether, Vixen,
Asking Alexandria ve Skillet sahne aldılar. Bir tek aklımda her yaştan kadından
oluşan Vixen kaldı. Vokal yaşlıca bir ablaydı ve sesi muazzamdı. Gitarist hatun
da bir o kadar tatlıydı. Perfect Strangers ve I Don’t Need No Doctor coverları
başarılıydı. Maalesef diğer gruplar bende hiç iz bırakmayan gruplardı.
Akşama doğru ise beklediğim ilk büyük gruba sıra geldi.
Accept. Udo’yu 2 kez, Accept’i de 1 kez izlememe rağmen o mükemmel melodileri
dinlemeye, eşlik etmeye, coşmaya doyamıyorum. Accept çok büyük bir grup ve
bence daha ileri bir saatte daha uzun bir süre ile yer alabilirlerdi. 8 şarkı
çaldıkları konserde Princess of the Dawn, Metal Heart ve Balls to the Wall
zirve anlarıydı ve bu mükemmel şarkılara eşlik etmekten asla bıkmayacağımdan
eminim. Keşke daha uzun çalsalardı da yeni vokalli dönemden Blood of the
Nations, Kill the Pain, Shades of Death, Stalingrad, Shadow Soldiers, The Quick
and the Dead gibi şarkılardan dinleyebilseydik. Vokal değiştirmesine rağmen
aynı kalitede devam eden ender gruplardan Accept.
İzlemeyi çok istediğim Kadavar ve daha önce her iki vokalle
de izlememe rağmen yine de izlemekten sıkılmayacağım Arch Enemy yerine çadıra
geçerek ilk defa izleyeceğim efsane grup Exodus’a konuk olduk. Vokalin sesi
hala aynı, hala büyüleyici ve hala zıpkın gibiler. Exodus da çok büyük grup ve
bunu konserde bir kez daha anladım. Oldukça keyif aldığım bir konserdi ve 10
şarkı yetmedi. Babasının omzunda kulaklığıyla Exodus şarkılarına eşlik eden
ufak kız ise konserin en tatlı ayrıntısıydı. Güzel bir müzik zevki var
ufaklığın. The Toxic Waltz ve Bonded by Blood dinleyerek hacı oldum ancak keşke
War is my Sheppard çalsalardı diye hayıflandım. Festivalin en değerli konserlerinden biri
olarak aklıma kazındı.
Ana sahneye geri geldiğimde ise Arch Enemy’den Nemesis’i
canlı dinleme fırsatım oldu. Tek şarkı olsa da dinlediğim grubun en büyük
hitine denk gelmek büyük şanstı doğrusu.
Sahne-2’nin önlerine doğru Kreator için yardırdım. Bu
adamları 5. İzleyişim ve her seferinde daha da hayvani, daha da gaz, daha da
yaratıcı olmayı nasıl başarıyorlar bilmiyorum. Kişisel tarihçemde 5 kez ile en
fazla izlenen gruplar arasına Amon Amarth ve Megadeth’in yanına yerleştiler.
Şahsi fikrim şu anda metal müzik yapan ve zirve noktasını yaşayan iki grup var:
Amon Amarth ve Kreator. Hell yeah! Yeni milli marşımız Hail to the Hordes’un
çalındığı konserdeki her bir şarkı unutulmazdı. 11 şarkı çaldılar ama bence 20
şarkı yakışırdı onlara. Kreator şu an thrash müziğin bayrağını en tepeye
çıkaran grup konumunda ve uzun bir sürede yerlerini koruyacak gibiler. Fallen
Brother şarkısını o gün kaybettiğimiz Pantera davulcusu Vinnie Paul’e adadılar.
Sahne-1’de Rise Against çalarken dinlenme fırsatı buldum ve
grubu oturduğum yerden arka fon tadında dinledim. Bildiğim ve çok sevdiğim
şarkıları I Don't Want to Be Here Anymore dinleyerek en azından hakim olmasam
da en güzel şarkılarını canlı dinledim diyeceğim grupların arasına kendilerini
de ekledim.
At the Gates için çadıra geçtim ve muhteşem bir konser
izledim. Şapkasına kurban olduğum Tomas Lindberg, nam-ı diğer Tompa yine
döktürdü. At the Gates’i bu kadar büyük yapan da tek başına bu adamdır. 15
şarkıyı o kısa süreye nasıl sığdırdı anlamadım. Muhteşem konserlerden biriydi.
Arkasından Megadeth Sahne-2’de yerini aldı. Açıkçası artık
Megadeth bende 5. izleyişim olduğumdan mıdır, grup yeni bir şey vaat etmediğinden midir bilmiyorum herhangi bir heyecan yaratmıyor. Zaten At the
Gates fırtınası yüzünden başına yetişemedim ve o konserin etkisi altındaydım.
Üstüne de Dave Mustaine’in sesi bariz kötüydü. Kısılmıştı resmen ve konuşurken
de hasta gibi çıkıyodu. İlk defa Megadeth izlesem herhalde büyük hayal
kırıklığı yaratırdı. Tornado of Souls, Symphony of Destruction, Peace Sells, ve Holy Wars kadrolu şarkılar olarak yine yerlerini aldılar. Bende hayal
kırıklığı yaratan bir konserdi.
Graspop’daki yıldız yağmuru bitmiyordu. Sırada ise gecenin
headlinerı Volbeat vardı. 2 sene evvel ilk defa Hellfest’de izlediğim grubu
beğenmiş ama büyük bir grup olmadığını düşünmüştüm. Fikrimi değiştiriyorum
Volbeat büyük bir grup. Yine de henüz şarkılarının birbirine benzemesi ve bir
süre sonra sürekli aynı şarkıyı dinliyor hissiyatım geçmese de festivalin
headlinerı olmanın yükünü kaldırdıklarını açıkça söyleyebilirim. Çok ama çok
eğlendiğim bir konser verdiler. Onlar da Vinni Paul’ü andılar ve Goodbye
Forever şarkısı boyunca ekranda fotoğrafı vardı. Vinnie’ye en büyük anma yine
headlinerdan geldi. Michael Poulsen çok yetenekli ve işini de iyi bilen ileride
de büyük bir frontman olacak adam. Bu yolda ilerlesin yeter. Volbeat artık ben
de senini fanınım. Büyüksünüz.
Bu kadar büyük ve damar metal gruplarından sonra sırf meraktan Marilyn Manson konserini de izledim. Ve yine neden yanılmadığımı anladım. Bence tam bir ergen grubu, yıllardır uzak durarak hiç bir şey kaybetmemişim. Belki dedim enteresan bir şov veya bir hareket görürüm. Sonuna kadar izlemeye kalmadan ilk dört şarkıdan notumu verdim ve son gecem için çadıra çekildim.
Son gün kalkar kalkmaz çadırımızı ve bavullarımızı
toplayarak arabaya bıraktık. Dönüşte de festival alanı dışında köylülerin
yerinde yediğim en lezzetli bacon & yumurta ikilisini yiyerek güne
başladık. Festival alanına girince de konser bazında güne ilk girişi Mantar ile
yaptım. Kendileri sadece iki kişiden oluşuyor. Vokal + gitar ve davul + vokal.
İki kişi olmalarına rağmen dört kişilik müzik yapıyorlar. Sıkı grup, tavsiye
ederim.
Hava almak ve dinlenmek için Sahne-1’i ortadan gören bir
yere oturdum ve sahnedeki Rammstein benzeri Almanca müzik yapan hemşerilerim
Eisbrecher’i izledim. Tarzına göre iyi bir grup. Almanca ve endüstriyel metal
yapınca Rammstein ile karşılaştırmamak elde değil. Bence bu tarzı sevenler için
dinlenebilir bir grup. Ben o tarzı sevmesem de beğenerek dinledim.
Merak ettiğim bir grup olan Týr dinlemek üzere yine çadıra
geçtim. Týr gerçekten de çok güzel müzik yapan ve eğlenceli bir grup. Sadece
Folk Metal yapıyor olsalardı böyle halaylı falan müzik yaparlardı ancak diğer
folk gruplarından farklı olarak progressive müziğe de bulaştıkları için oldukça
kaliteli bir grup haline geliyorlar. Yaptıkları müzik Amon Amarth kadar olmasa
da Viking Metal olarak da adlandırılabilecek bir tarz. Adamlar bir kere Faroe
Adaları’ndan çıkma. Bu kadar sempatiklik olur mu be J Festivalden dönüşte takip
edilecekler listeme eklediğim bir diğer grup oldular. By The Sword In My Hand
ve Hold The Heathen Hammer High canlı dinlemekten en keyif aldığım
şarkılarıydı. Güzel grup güzel.
Dışarıda az da olsa Powerflo dinledim ama inanın hiç bir şey
hatırlamıyorum. Demek ki zerre yer etmemiş. Sonra da yine çadıra dönerek
Shining konserine iştirak ettim. Shining hem sahnede çaldıkları olsun hem de
acaba adam yine kendini kesecek mi olsun merak ettiğim bir gruptu. Çok sert
müzik yapıyorlar ama bir şekilde izletiyorlar. Black metal tarzına göre bayağı
sağlam sololar barındıran bir grup. Neredeyse virtüöz izliyormuş hissine
kapılıyorsunuz. Carcass ile bu yönden benzettim. 1 saat boyunca büyülenerek
izlediğim bir konser oldu. Gitarist olağanüstü sololar attı vokal Kvarforth
zaten tescilli deli. Tişörtünde yine kan izleri vardı ama kendini kestiğini
görmedim. Adam konserde viski şişesine abandı hatta grup elemanlarına da
içirdi. Bildiğin enteresan bir deneyimdi. Ama rahatsız edici veya kötü değil
aksine benzersizdi.
Tekrar dışarıya geçtiğimde ucundan da olsa Body Count Feat.
Ice-T konserine denk geldim. Metal yapan siyahi bir abi olması dışında pek
ilgim ve bilgim yoktu. Zaten bir ara ırkçılıktan dert yanıyordu. Pek fazla
şahit olamadım ama siyahi olmasının etkisiyle midir nedir bilemedim o rapçi
gibi söyleme huyu onda da vardı maalesef.
Aradaki boşluğu dönme dolaba binerek değerlendirdim ve çakır
keyif kafayla dönme dolaba binmenin zevkini tattım. Festival alanına yüksekten
kuş bakışı bakmak harika bir deneyimdi. Giderseniz mutlaka deneyin.
Akşam yemeğini de aradan çıkardıktan sonra Lacuna Coil
izlemek üzere tekrar çadıra geçtim. Lacuna Coil denince aklıma Depeche Mode
coverı Enjoy the Silence’dan ötesi gelmiyor. Takip ettiğim bir grup değillerdi
ama kesinlikle görmem gerektiğini biliyordum. Ve pişman olmadım. Çok iyilerdi.
Hem kadın hem de erkek vokal çok iyiydi. Ama yine de grubun lideri ve yıldızı
Cristina Scabbia teknik bir arıza olduğu an tek başına AC/DC’den Highway to
Hell söyleyerek konserin zirve anını yaratmış oldu. İşte zor zamanda dümeni
eline alan gerçek bir frontwoman.
Akabinde bir diğer merak ettiğim grup olan Hollywood
Vampires izlemek için Sahne-1 önüne geçtim. Alice Cooper’ı zaten izlemiştim ama
tekrar izlemeye kimse hayır demez. E yanında da cool tavırlarına hasta olduğum
Johnny Depp ve Aerosmith’in efsane gitaristi Joe Perry olunca yeme de yanında
yat. Çok keyifli, unutulmaz bir konser oldu. Playlist harikaydı, Johnny Depp bile
şarkı söyledi. Resmen en ünlü Hollywood aktörlerinden birini de izlemiş ve
görmüş oldum. Sonunda ekranda açılan memeyi de görünce hepimiz tamam festivalde
bu klişeyi de yaşadık tamamdır dedik J
Ace of Spades ile Lemmy’i de anmış oldular. E bar arkadaşları, zaten bildiğim
kadarıyla grubun adı da elemanların takıldığı bardan geliyor ve grubun kuruluşu
da orada gerçekleşiyor.
Sahne-2 de efsane grup Judas Priest yerini aldı. Adamlar
öldü ölecek derken, Glenn Tipton rahatsızlığı nedeniyle gruptan ayrılmışken bile
resmen ölmedik ayaktayız dedikleri muhteşem bir albüme imza attılar. Konserde
de gördüm ki, Judas Priest hala zıpkın gibi. İstanbul’daki 2008 konserinde Rob
Halford bitik durumdaydı, konseri ayakta zor durarak bitirmişti. Sonrasındaki 2011
konserinde ise mükemmellerdi. 3. İzleyişimde de yine aynı mükemmel performansı
gösterdiler. Glenn Tipton maalesef Parkinson rahatsızlığı nedeniyle ancak son 3
şarkıda sahneye çıkabildi. Ki onda da tutuktu ve elleri bariz titriyordu. Ancak
yine de o efsane Glenn Tipton. Yüzü gülüyor, sahnede ve bizlerle. Onu o halde
görmek içimizi cız ettirse de yine de yüzünün güldüğünü görmek, seyirci
karşısına çıkınca o enerjiyi aldığını hissetmek her şeye bedeldi. Yerine geçen
kel eleman da gayet başarılıydı. Rob Halford bildiğimiz gibi. Yine parlak
kıyafetlerle çıktı, motora bindi. Bomba gibiydi. Son albümleriyle ortalığı
kasıp kavurdular. Ve o albümden Firepower, Lightning Strike ve Rising From
Ruins çaldılar. Klasiklerden de adettendir Painkiller ve Breaking the Law
unutulmadı. Kapanış da senelerdir olduğu gibi Living After Midnight ile
yapıldı. 3. kez izlemiş bile olsam sanki ilk izleyişim gibi etkilendim. Long
live Judas Priest!
Alice Cooper, Rob Halford derken bir diğer son olarak da metal tanrısı Ozzy Osbourne ve arkadaşları sahne aldılar. Türkiye’ye geldiğinde Zakk Wylde olmadan gelmişti, şimdi ikisini birlikte izleme zamanıydı. Zakk eteğiyle çıktı ve her zamanki gibi sürekli gitarı dik konuma getirip bacaklarını açarak solo attı. War Pigs’te kendini kaybeden Zakk, yaklaşık 15 dakikalık hayvani bir solo attı ve o solonun yarısını da gitarı sırtına koyarak, yürüyerek ve seyircilerin arasına girerek attı. Sanki adamı senelerce bir odaya kapatmışsın da seneler sonra salmışsın gibi hayvan gibi solo attı, o bitirdi bu sefer de ekibin diğer hayvanı davulcu Tommy Clufetos başladı. Bu adama acilen “Animal” lakabı verilmeli. Muppet Show’daki elemandan hiç bir farkı yok. Efsane olacak bir davulcu. Playlist de bilindiği gibi Mr. Crowley, Bark at the Moon, No More Tears, Shot in the Dark, Crazy Train ve Mama I’m Coming Home gibi Ozzy ile Fairies Wear Boots, War Pigs ve Paranoid gibi Black Sabbath klasiklerini içeren leziz bir listeydi. Sıradaki A Perfect Circle’a dönüş yolu nedeniyle kalamadık ve festivale büyük bir efsane, metalin tanrısı Ozzy Osbourne ve hayvan evladı arkadaşlarıyla veda ettik.
Alice Cooper, Rob Halford derken bir diğer son olarak da metal tanrısı Ozzy Osbourne ve arkadaşları sahne aldılar. Türkiye’ye geldiğinde Zakk Wylde olmadan gelmişti, şimdi ikisini birlikte izleme zamanıydı. Zakk eteğiyle çıktı ve her zamanki gibi sürekli gitarı dik konuma getirip bacaklarını açarak solo attı. War Pigs’te kendini kaybeden Zakk, yaklaşık 15 dakikalık hayvani bir solo attı ve o solonun yarısını da gitarı sırtına koyarak, yürüyerek ve seyircilerin arasına girerek attı. Sanki adamı senelerce bir odaya kapatmışsın da seneler sonra salmışsın gibi hayvan gibi solo attı, o bitirdi bu sefer de ekibin diğer hayvanı davulcu Tommy Clufetos başladı. Bu adama acilen “Animal” lakabı verilmeli. Muppet Show’daki elemandan hiç bir farkı yok. Efsane olacak bir davulcu. Playlist de bilindiği gibi Mr. Crowley, Bark at the Moon, No More Tears, Shot in the Dark, Crazy Train ve Mama I’m Coming Home gibi Ozzy ile Fairies Wear Boots, War Pigs ve Paranoid gibi Black Sabbath klasiklerini içeren leziz bir listeydi. Sıradaki A Perfect Circle’a dönüş yolu nedeniyle kalamadık ve festivale büyük bir efsane, metalin tanrısı Ozzy Osbourne ve hayvan evladı arkadaşlarıyla veda ettik.