Bu Blogda Ara

5 Eylül 2020 Cumartesi

Dirty Rotten Scoundrels (1988)

 

90ları bana bir komedi filmiyle anlat derseniz sanırım seçeceğim ilk filmlerden biri bu olabilir. Orijinal adı hiç bir şey ifade etmeyenlere ise "Kirli, Çürük ve Adi" dediğimde ise 30+ yaşında olanlarda eminim ki bir şeyler belirecektir. Amerika'da 1988 yılında ülkemizde ise 1990 yılında gösterime giren filmi yanlış hatırlamıyorsam önce Star TV sonra da diğer özel kanallarda defalarca izlemişimdir. Kısmet bugüneymiş, orijinal sesiyle yeni izledim.

Başrollerde komedinin büyük isimlerinden Steve Martin, yanında ise genelde komedi filmleriyle pek içli dışlı olmayan, ciddi rollerin adamı Michael Caine var. Yönetmen koltuğunda hepimizin Yoda'nın ve Muppet Show'dan Fozzie The Bear, Miss Piggy ve Animal gibi unutulmaz karakterlerin sesi olarak tanıdığımız Frank Oz bulunmakta. Hayatının en önemli eserlerinde sesiyle yer bulan Oz'un bu filmde yönetmen olarak muazzam bir iş çıkardığını belirtmeden olmaz. Oz, Yoda'ya sesini verdiği 1983 yapımı Star Wars Episode VI : Return of The Jedi filminde The Emperor'u oynayan ve gönlümüzü asıl serinin ikinci üçlemesinde Palpatine rolüyle çelen (amanın spoiler) Ian McDiarmid ile rol arkadaşı olduktan sonra bu filmde de kendisine uşak rolünü vermiş. 

Filmin konusuna gelirsek usta sahtekar Lawrence Jamieson bir gün trende çömez sahtekar Freddy Benson ile tanışır ve bir şekilde kendisini çırak gibi yetiştirmeyi kabul eder. Ancak aralarında bir anlaşmazlık çıkar ve en son her ikisi de restleştiğinde bir anlaşmaya varırlar. Kendilerine bir hedef seçecekler ve 50.000$'ı ilk kim tırtıklarsa kaybeden kasabayı terkedecektir. Hedef seçtikleri kadın da ABD'nin sabun kraliçesi Janet Colgate'dir. (Gizli reklam). İki sahtekar tüm hünerlerini sergilerken bize de unutulmaz komik sahneler yaşatırlar.

Steve Martin'in zeka geriliği yaşayan ufak kardeşi oynadığı sahnelerde oyunculuğuk şovu yaparken, Michael Caine tarafından kırbaçlandığı sahnelerde de midelere kramplar sokacak kadar da mimik şov yapmaktadır. Zekice kurgulanan hikayesi, iki ustanın büyük oyunculuğu ve harika bağlanan finaliyle biz 90larda çocuk olanlar için hala unutulmaz sıfatını yaşatan bir film. 




15 Temmuz 2020 Çarşamba

Punisher: War Zone (2008)






Süper kahraman filmlerinin yazılı olmayan kuralıdır. İlk filmde kahramanımızın o adı alma hikayesi tüm ayrıntılarıyla anlatılır. Genelde de seyirci direkt aksiyon istediği için memnun kalmaz ve ikinci filmde hikaye tekrar baştan alınır ama detaylara girilmez ve sadece ufak flashback ler ile girilir. Aksiyonu boldur. İlk filmdekinden farklı bir oyuncu ve hikaye vardır.

Karşımızdaki film de aynı kaderi paylaşıyor. Direk hatta kahramanımızın bir baskınıyla karşılaşiyoruz ki kan gövdeyi götürüyor. Aslında nasıl bir film izleyeceğimizi ilk sahneden belli ediyor yönetmen Lexi Alexander. Kendisinin 2. uzun metrajlı filmi ancak sonrasında hep TV dizilerinde tek bölümlük performanslarda görüyoruz. Demek ki istenen ilgiyi toplayamamış.

Frank Castle filmin başında anlatıldığı üzere kişisel intikamını bırakmış ve yıllardır tüm mafya örgütlerinin üstüne çokmüş. Bu yüzden de polis merkezi işlediği cinayetleri göz ardı etmiş. İleride Jigsaw olarak tanınacak yakışıklı Billy'nin yüzünü hacamat ettiği baskında mafyaya sızmış bir ajanı yanışlıkla öldürünce Frank kendini uzaklaştırmak ister. Ancak ölen ajanın ailesinin peşine para yüzünden Jigsaw ve psikopat kardeşi Jim düşünce Frank yine geri döner. Tabii bu esnada onun da peşine ölen ajanın arkadaşı düşmüştür. Geride kalan dul eş rolünde Dexter'ın karısı olarak ve sarışın saçlarıyla hatırlayacağımız Julie Benz bence daha güzel yakışan siyah saçlarıyla yer almakta. Yine yan rollerden birinde de Seinfeld severlerin Newman karakteriyle hastası olduğu Wayne Knight var. Başroldeki Ray Stevenson soğukkanlı The Punisher rolünün hakkını vermiş. The Joker çakması iki kötü karakterde ise Dominic West ve Doug Hutchison fena değiller, ama performansları öyle akıllarda yer edecek kadar da büyük değil.

İlk filme göre bol kanlı ve bol ölümlü bir film. Kahramanımız daha acımasız. Kötü karakterler daha derin işlenmişler. Ancak sonuçta orta sınıf bir aksiyondan ileri gidemeyen bir film var. Kötü karakterlerin ısrarla beni öldür dediği aptalca sahneler, ki finalde artık göz göre göre dedirtiyorlar, bende büyük hayal kırıklığı etkisi yarattı. Ki zaten bu filmden sonra da seride ısrar edilmeyerek seneler sonra Netflix'de dizi olarak karşımıza çıkan bir yaz aşkı gibiydi.

The Punisher (2004)



Süper kahraman hikayelerinin bu kadar sinema dünyasında yer işgal etmediği, stüdyo savaşlarının başlamadığı yıllardan gelen bir filmle karşı karşıyayız. 

Sonradan çok usta ellerde serilere dönecek filmler çekilirken usta yönetmen dediğimiz insanlar kahramanımızın hikayesine daha en başından detaylarıyla başlamayı tercih edeceklerdi. Spider man, Batman, X-Men,Hulk ve diğerleri benzer hikayelerle giriş yaptılar. Karşımızdaki film de hikayesine en başından başlayan, bunu detaylarıyla anlatan bir film. The Punisher adını alacak kanun koruyucu kahramanımız Frank Castle'ın ailesi bir mafya intikamı uğruna katledilir ve kahramanımız da tabir-i caizse mafyanın tüm elemanlarını mahveder. Aslında bir çok süper kahraman hikayesine göre oldukça kişisel bir hikayesi var. Castle'ın amacı insanlık veya şehrin huzuru değil tamamen kendi kişisel intikam planına odaklanmış durumda. 

Bu süreçte biz de bir çok kırmalı vurmalı sahne izliyoruz ki ben yönetmenlik açısından oldukça gerçeğe yakın buldum. Ki yönetmen Jonathan Hensleigh uzun yıllar belli başlı aksiyon filmlerine yazar olarak katkıda bulunmuş birisi, ki bu film ilk yönetmenlik denemesi. Zaten sonra da 3'er film yazarak ve yöneterek o çizgide pek devam etmemiş.Şu filmde patlama yapsa ilerleyecekken sanki eleştirmenleri ikna edemeyip önüne hep bu film başarısızlık olarak konmuş. Bu etkenleri de düşününce total bakıldığında karşımızda bir Marvel hikayesinden öte sanki American Ninja 5'in daha ileri teknoloji ile çekilmiş bir kopyası var gibi hissettiriyor. Bu da zaten hikayenin de tamamen kişisel bir intikam üzerine kurulmuş olmasından kaynaklanmakta.

Oyuncu kadrosunda kötü adam kontenjanından giren John Travolta klasik oyunculuğunu göstermiş. Ne fazla ne az, neyse onu oynamış ki bu adamda zaten bu kumaş var. Erol Taş ne kadar kötü adamsa o da o kadar. Femme fatale karısını da aynı şekilde Laura Elena Harring de kendisi olarak kotarmış.Kadın doğuştan böyle. Mesela yan roldeki Rebecca Romijn daha kuvvetli bir oyunculuk sergilemiş. Ortaya güzelliğinden ziyade ilgiye muhtaç kadın rolünü sürmüş. Karakterin çizgi romanlarını bilmediğim için özellikle baş roldeki Thomas Jane oyunculuğuna bulaşmadım. Yakışıklı janti bir abimiz ve intikamını da alıyor. Baş karaktere odaklanılınca aslında kötü karakterler biraz arka planda kalmış gibi. 

Sonuçta ortada aksiyonu bol - ki Rus ile olan kavga sahneleri iyidi - tipik Steven Seagal hikayesinden bozma bir süper kahraman filmi denemesi var. Ancak sonraki araba yakma sahnesi tasarımı için bile sempatimi kazandı diyebilirim.

22 Mayıs 2020 Cuma

Daredevil (2003)









Marvel’in 2000li yıllardaki süper kahraman dünyasının beyaz perdeye aktarılmasının ilk denemelerinden Blade ve Spider Man sonrası bir diğer deneme. Daredevil diğer kahramanlar açısından biraz geride kalmış birisi. En azından bizim çocukluğumuz döneminde çizgi film veya başka şekilde önümüze sunulan bir karakter değildi.
Filmden anladığım kadarıyla Daredevil’in hikayesi Bruce Wayne/Batman ile paralellik gösteriyor. İkisi de babalarını kaybettikten sonra intikam hırsıyla benzer maskeleri takıyorlar. Ancak Bruce’un maddi şansı varken Matt’in şansı tabii ki nükleer madde sonrası kazandığı süper kahraman özellikleri. Ancak Electra’nın özelliklerinin nereden geldiğini filmde öğrenemiyoruz. Zenginlikten herhalde diyip geçiştiriyoruz. Bir de zenginsin, güzelsin, göğüslerin harika hayata zaten 5-0 önde başlamışsın, bir zahmet güzel de dövüş değil mi?
Ben Affleck için ben ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Kendisine kamera arkasında saygım sonsuz. Good Will Hunting senaryosuna olan katkısı ve akabinde yönettiği filmlerle zaten sinema için ne kadar önemli olduğunu ispt etmiş birisi. Ancak kişisel görüşüm kamera önünde çok kötü. Tam bir poser ve embesil. Hele bu filmde o kadar kötü ki. Abi alt tarafı sıradan bir avukatsın o neyin pozları. Zaten filmde Electra ile aralarındaki aşk da o ateşi bizlere yansıtmıyor. Bu tür filmlerde iki kişi arasındaki çekim seyirciye yansımazsa tüm film de etkisini yitirebilir.
Kötü adam rollerinden Bullseye olarak arz-ı endam eden Colin Farrell, Ben Affleck’den beter poser. O kadar saçma ve itici ki. Buraya yine de parantez bırakmak istiyorum. Çizgi romanı okumadığım için umarım gerçek karakter de böyledir diyerek kendime özür hakkı tanıyorum. Tamamen gereksiz poser bir karakter ortaya koymuş. Diğer kötü karakter ve hepimizin Green Mile’dan hastası olup bağrımıza bastığı Michael Clarke Duncan filmdeki en sırıtmayanlardan. Belki de rolünün hakkını veren tek aktör.
Filmin hikayesi aslında çekici ancak anlatım o kadar inandırıcılıktan uzak ki. Oyunculuklar ve seyirciyi içine almak bu kadar kötü olunca doğal sonuç, filmden kopmaktır. Hele son final sahnelerinde ağır yaralı olarak kilisenin içine düşen Daredevil’ın nasılsa kusursuz şekilde dövüşüyor olması filme verilen eksi puanlarda çok büyük rol oynar bence.
Filmin en güzel artılarından biri müzik dünyasına Evanescence gibi güzide bir grubun kazandırılmasında rol oynaması.

21 Mayıs 2020 Perşembe

Blade: Trinity (2004)




Eğer bir üçleme önceden planlanmayıp ilk filmin yüksek hasılatı gazıyla hayata geçiriliyorsa genelde ikinci film hayal kırıklığı, üçüncü film ise rezalet olur. Blade de maalesef buna örnek serilerden birisi.
İlk iki filmin senaryosunu yazan David S. Goyer bu sefer dümende. Kendisi, Dark City gibi bir başyapıtın senaryosuna imza atan dört kişiden birisi.
Ancak filmin oyuncu kadrosu ve müzik seçimleri bence çok kötü. Kötü adam rolündeki Dominic Purcell, Prison Break dizisinden de bildiğimiz üzere oyunculuğu çok kötü olan bir oyuncu. Bu filmde de çizgisini bozmuyor. En ufak bir gerilim veya korku yaratmayan bir oyunculuk sergilemiş. Zaten kendisine verilen karakter de altı dolu bir karakter değil. Amacı Blade’i avlamak olan karakter Blade ile ilk karşılaştığında ordan oraya neden kaçar ki? Güzel kız kontenjanındaki Jessica Biel de güzelliğiyle ön planda olduğu için oyunculuğunu göremiyoruz. Zaten bir insan her yerden vampirlerin çıktığı bir ortamda kulaklıktan müzik mi dinler ya? Ryan Reynolds’un karakteri ise bitmek bilmeyen soğukkanlı şakalarıyla artık gına getiriyor. Whistler karakteri desen her filmde yalama gibi. Ölüp ölüp geliyor. Bıkkınlık veren eski sevgili gibi. Müzikler desen ilk iki filmdeki dinamik club tarzı yerine hip hopa geçilmiş, fecaat. Hikaye sürüklemiyor, kötü karakter germiyor, müzikler iç açmıyor. Film seriye zaten vurulmuş bir neşter gibi.
Zaten Wesley Snipes da yönetmenle olan gerginliğinden dolayı filme kendini vermemiş, kafa başka yerde belli. Koskoca film ardında pek de güzel anılar bırakmadan bitiveriyor.
Sırf serinin hatırına izlenecek sıradan bir film.