Bu Blogda Ara

9 Temmuz 2016 Cumartesi

HELLFEST 2016






 



Ortaokul yıllarımda Saygın’ın bana verdiği Manowar Kings of Metal albümünü dinlediğimden beri rock ve metal müzik hayatımın hep bir parçası oldu. 2002 yılında Bostancı Gösteri Merkezi’nde Dream Theater konseri izlediğimden beri de konserler en büyük hobim ve zevk alanım. İlginç olan da bu blogun son yazısına da böyle başlamış olmam, çünkü o yazının konusu da Manowar'un konu albüm turnesinde ülkemizde düzenlediği konser olması...
Yıllardır ülkemizde düzenlenen konserlerin bir çoğuna katılmaya, şarkılara eşlik edip, müzikle birlikte tüm duygularımı yaşamaya, bunları da hayatımın güzel bir anısı olarak hatırlamaya çalıştım. Geçen sene dostumun Hellfest’e gidişi ve detayları paylaşmasıyla zaten uzun yıllardır aklımda olan ölmeden Wacken’ı görmeliyim hedefim biraz saparak bu sene bu kadro ile Hellfest’i görmeliyime evrildi. Nasıl evrilmesin arkadaş veda turnesindeki iki efsane Black Sabbath ve Twisted Sister. Ki Twisted Sister’ın performansını da yıllar önce başka bir metal manyağı Ufuk’tan uzun uzun dinlemiştim. Bunların yanına yine ilk defa izleyeceğim King Diamond, Ghost ve Volbeat, lise yıllarında ucundan dinlediğim Offspring, sahne performansı için Rammstein, yine yeniden Amon Amarth, Testament gibi gruplar eklenince Ekim ayında biletimi alarak bu müthiş yolculuğun ilk fitilini de ateşlemiş oldum. Açıkçası bunda yanımda arkadaşlarla gidiyor olmanın rahatlığının payı büyüktü. Tecrübeli oldukları için uçak, kalacak yer gibi sorunlarımız olmayacaktı. Kalacak yeri de 5 kişi Nantes şehrinde güzel bir daire kiralayarak hallettik. Festivale yakın zamanda da arabamızı kiraladık. Nantes ile festivalin düzenlendiği Clisson köyü arası yaklaşık 30km.
Öncelikle bu yazımın ilk amacı yıllar sonra dönüp baktığımda o mükemmel festivalin ayrıntılarını hatırlamak, bir diğeri de festivale gitmeyi düşünen olursa ve bu sayfaya ulaşmışsa belki bir faydam dokunur, yol gösterici bir bilgi alır umudum.
3,5 saatlik İstanbul – Paris uçuşunun ardından Paris Charles De Gaulle havaalanına indik. Euro 2016’nın da etkisinden midir bilemiyorum ama pasaport polisinin yüzümüze bile bakmadan pasaportumuzu onaylaması şaşırtıcıydı. Ben çok daha fazla güvenlik beklerdim, en azından yüzümüze bakabilirdi. Bence büyük güvenlik eksikliği. Neyse akabinde uzun bir bekleyiş ve 3,5 saat süren Paris – Nantes hızlı tren yolculuğu sonrası evimize vardık.
Nantes görebildiğim kadarıyla ufak ve şirin bir şehir. Tarihi olarak büyük bir katedrali ve şatosu var. Evet etrafı hendekle çevrili ejderhaların koruduğu bildiğin şato. Perşembe akşamı yemek yedikten sonra kısa bir şehir turu sonrası ertesi güne hazır olmak için dinlenmeye çekildik.
Ertesi sabah da kahvaltı sonrası yaklaşık 30-40 dakika süren araba yolculuğumuz sonrası Clisson köyüne vardık. Köy halkından kimse dışarıda gezmiyordu ve evinin önüne araba bırakılmamasını isteyenler medenice bir şerit çekerek bunu anlatmışlardı. Biz de 3 gün boyunca 3 km uzağa park etmek zorunda kaldık.
İçeri girdiğinizde biletinizi kontrol ederek bilekliğiniz takıyorlar ve bir daha da size bilet falan sorulmuyor. Konser alanına girmeden cashless kartınızı alarak içine para dolduruyorsunuz. Nakit ve kredi kartı seçenekleri mevcut. Ancak yemekler ve aksesuar alışverişleri içeride ayrı ödendiği için sadece içecek parasını yükleyebilirsiniz. 3 gün için 100 Euro ödedim ve fazlasıyla yetti, hatta arttı.


1. GÜN

Başlayan yağmurla birlikte Hellfest’te ilk dinlediğim grup Halestorm oldu. Mainstage 1’de çalıyorlardı ve sadece adlarına aşina olduğum bir gruptu. Vokalin sempatikliği ve son çaldıkları şarkı “I Miss the Misery”’deki çoşku seyirci katılımıyla aklımda kaldı. Tam konserlik şarkı yapmışlar, dinleyip dinleyip duruyorum.
Oradan hemen Altar çadırındaki Kavok’a uzandık. Onlar da 80ler thrash esintileriyle kulağımızın pasını aldılar. Bu grubu ilk defa dinledim ve beğendim. İş var adamlarda!
Akabinde tekrar Mainstage 1’de 3. kez Anthrax izledim. Anthrax iyidir hoştur da bir süre sonra sıkıyor be. Olsun yine de “Antisocial” ve “Got the Time” dinlemek ve Joey Belladonna’nın Indians şarkısında kızılderili şapka takmasını görmek için bile değer.
Arkasından Altar çadırında Vader izlerken dinlendik ve pek tarzım olmadığı için sıkıldım.
Akabinde yemek falan derken kendimi Altar çadırında Sacred Reich dinlerken buldum. Eski olduklarını bildiğim grup tecrübenin hakkını verdiler. Şarkılarını bilmiyordum ama hepsi tanıdık ve güzel geldi. Tabii ki Black Sabbath coverı “War Pigs”de ise müthişlerdi. Vokalin sesi çok temizdi ve mükemmel bir performansla coverladılar.
Daha önce İstanbul’da izlediğim ve çok keyif aldığım Korpiklaani’yi satarak Mainstage 1’de Volbeat izlemeye geçtim. Çok kaliteli ve güzel müzik yapmalarına rağmen maalesef solo gitarist ve diğer elemanların durgunlukları nedeniyle seyirciyi ateşleyemeyen bir grup. Bir süre sonra da tüm şarkıları benzer gibi geliyor. Vokalinin sesi çok güzel ama maalesef bunlar çok büyük grup olmak için yetmiyor. Fransız seyircisinin de Johnny Cash bilmemesi sonucu “Dead Man’s Tongue” öncesi girişte çalınan “Ring of Fire”a katılımda büyük bir hayalkırıklığı yaşayan grup izlediğim süre zarfında güzel çaldılar ama seyirciyi gazlayamadılar. Zaten dediğim gibi bir süre sonra tüm şarkılar aynı gelmeye başladığı için orayı terkederek Altar çadırının yolunu tuttuk.
Overkill 3. kez yine karşımdaydı ve her zamanki gibi Blitz ortalığı dağıttı. Adam her seferinde daha da gençleşiyor. Yine çok gazlar, yine hayvan gibiler. Overkill thrash metal efsanesi olmaya devam ediyor. Hele benim için en güzel enstantane ise crowd surfing olayının bu konserde tekerlekli sandalyede oturan birine yapılmasıydı. Adamı sandalyesiyle gezdirdiler ve çok ama çok sevindi. Mükemmel bir görüntüydü. “Rotten the Core”, “Feel the Fire” ve “Elimination” hepimizi coştururken biz de dinlenmek üzere uzaklaşıyorduk.
Normalde müziklerine bayılmasam da daha önce İnönü Stadı’ndaki sahne şovlarına hayran olduğum Rammstein için çok heyecanlıydım. Hatta Mainstage önünden geçen ve diğer iki gün boyunca insanların bir taraftan bir tarafa dağcılar gibi geçtikleri çelik halatlar ilk gün Rammstein yüzünden konmamıştı. Demek ki sahne şovu harika olacaktı beklentisiyle izlediğim konser tamamen bir zaman kaybıydı. Ne bir sahne şovu vardı, en ufak bir aksiyon bile olmadı, ne de sahnedekilerde bir ruh veya istek. Zorla çıkartılmış gibi şarkılarını söylerlerken ben de Rammstein yüzünden kaçıracağıma üzüldüğüm ama o anki kararımla ve büyük bir sevinçle Testament izlemek için Altar çadırının yolunu tuttum.
Testament, bu adamlara ne desem ki. Bunlar da 3. kez ve yine dimdik bir şekilde karşımızdaydılar. Chuck Billy ve Alex Scolnick hayvanları yine ortalığın tozunu aldılar. “Over the Wall” ile başlayan fırtına, “The Preacher”, “Into the Pit” ve “The New Order” gibi klasiklerle devam etti. Chuck’ın mikrofonunu öyle bir ayarlamışlardı ki, sesi çiğ geldiği için 90’ların kasetlerini dinler gibi bir tat yakaladık. Normalde böyle bir şey bizi rahatsız etmeliyken kulaklarımızda eskiyi canlandırdığı için mutlu bile olduk. Testament çok ama çok iyiydi. Chuck yine kısa mikrofon çubuğuyla süper air sololar atarken, Alex ise sololarıyla yardı geçirdi.  Benim için Testament demek Yeni Melek konserinde sahneye çıkan onlarca metalcinin birlikte headbang yapması ve aralarından birinin Chuck’ın elini öpüp alnına götürmesi demektir. O görüntüleri yıllardır unutamam.
Sonrasında ise birşeyler atıştırırken Offspring de Mainstage 2’de arka fon oluşturdu. Lise yıllarıma gittim ve o zamandan aklımda kalan “Why Don’t You Get a Job” dinleyerek nostalji yaşadım. “Pretty Fly” ve “The Kids Aren’t Alright” dinleyemeden ayrılmak zorunda kaldık. Arada ise Tremonti ve Abbath’a uzaktan kısa süreliğine göz attım. Tremonti çok fena yardırıyordu. Adamlarda bir virtüözlük olduğu ortada.
Ve ilk günün sonunda nerdeyse saat 3:30 – 4 gibi kendimizi evde bulduk ve ertesi günü için dinlenmeye çekildik.  
  2. GÜN

Bir gün önce geç dönülen gece ve yorgunluk sonrası, üstüne de tekrar giriş sırasında kaybedilen zaman ve maalesef çok istemem rağmen Loudness, Glenn Hughes ve Sixx:A.M. izleyemeden girişimizi Mainstage 1 ve 40. Yılını kutlayan Foreigner ile yaptık. Sadece adını bildiğim grup çevremizdeki eskilere nostalji yaşatırken bize de dinlenirken arka fon oldu. Bana göre çok eski ve klasik rock yaptıkları için pek fazla dikkatimi çekemediler.
Yine izlemeyi çok istediğim –ki sadece marş modundaki 1-2 parçalarını bildiğim- Sick of It All ilk şarkılar itibariyle kulaklarımızı yorunca biz de yemek yemek için ortamdan uzaklaştık. Bu grup da 30. yıl turnesi ve sadece adıyla hafızamda kalmış oldu.
Mainstage 1’de sahne alan ve 3. kez izleme & dinleme şerefine nail olduğum Joe Satriani yine bildiğimiz gibiydi. Bu adam kadar işini yaparken zevk alanını görmedim. Adam bastığı her notadan acaip haz alıyor ve bunu da bizlere aktarıyor.
Satriani sonrası Mainstage 2’de Disturbed yerini aldı. Son albümüyle beğenimi kazanan ve bence eski zibidi halinden eser kalmayıp olgunluk dönemine ulaşan grubun performansı harikaydı. Son albümün büyük hiti “The Sound of Silence” ile birlikte büyük bir fedakarlık yaparak üstüste üç cover çalarak adeta kendi konserlerinden feragat etmiş oldular. İlk olarak sahneye Nicki Sixx ve gitaristini çağıran grup birlikte Mötley Crue klasiği “Shout at the Devil”i, sonrasında ise botoxlu Glenn Hughes ile birlikte “Baba O’Riley”i ve son olarak da Rage Against the Machine klasiği “Killing in the Name”i çalarak seyirciyi gaza getirdiler.
Mainstage 1’de headliner olarak çıkacak Twisted Sister’ı önlerden izlemek için bu sahnede bir önce çıkan Within Temptation’u da önlerden izlemek ve bu esnada Warzone’da sahne alan Bad Religion performansını da kaçırmak zorunda kaldık. Favori grubum olmasa da sempatiyle baktığım grubun –ki bana tüm kadın vokalli Senfonik metal grupları aynı geliyor- performansı güzeldi. Vokaldeki Sharon’ın güllü ve dantelli Yıldız Tilbe formatında çıkmasını –ki bence kadın yüz olarak da benzediği için Yıldız Tilbe’nin şişmanı benzetmesini yaptım- saymazsak güzel bir konserdi. “Faster” ve “Mother Earth” bildiğim şarkılardı. Sharon misafir olarak ertesi gün sahne alacak Tarja’yı konuk etti ve birlikte “Paradise”’i söylediler. Bu da biz festival seyircisine özel anlardı.
Akabinde yerimizden kıpırdayamadığımız için, her festival seyircisinin başına gelebilecek en kötü anlardan birine tanık oldum. Sevdiğin grubu beklerken dinlemek ve çekmek zorunda kaldığın ve en nefret ettiğin tarzda müzik yapan diğer grup. Evet Mainstage 2’de çıkan ve kulaklarımız ve 5 duyumuzun her şekilde içine eden Bring Me the Horizon adlı ergen grup beni mahvetti. Bir kısım metal müzik yazarlarının inatla parlatmaya ve metal müziğin yükselen yıldızı olarak göstermeye çalıştığı bu gençler bana tarifsiz acılar yaşattılar. Yaptıkları müzik bana zerre hitap etmiyor ve maruz kaldığımda da bana acı veriyor.
Ve sonunda geldik festival boyunca ilk defa büyük ve beklenen performans olarak karşımıza çıkan Twisted Sister’a. 40. Yıl ve veda turneleri sebebiyle maalesef ilk defa izleyebildiğim Twisted Sister konseri anılarımda izlediğim en güzel konserler listesinde zirveye oynayacaklar kısmında yerini aldı. Her anından tecrübe ve ustalık fışkıran konserin yıldızı tabii ki, frontman’lik dersi veren Dee Sneider oldu. Bir an bile yerinde durmayan seyirciyi sürekli yerinden oynatan, şarkılara eşlik ettiren bu adamın müziği bıraktığını bilmek çok üzücü. Ne desem ki, “Burn in Hell”, “You Can’t Stop Rock’n’Roll” gibi klasikleri arka arkaya patlatan TS’ın zirve performansı “We’re not Gonna Take It” ile oldu. Ölen davulcuları A.J. Pero’ya atfettikleri “The Price” ile mükemmel duygu yoğunluğu yaşatan TS, bir başka klasik “I Wanna Rock” ile hepimizi zıplattı, kudurttu. Geçen sene davulcuları A.J. Pero’yu kaybettikleri için turneye bir davul efsanesi Mike Portnoy ile çıkmaları bizim için büyük bir şanstı. Portnoy’un glam rock şarkılarda bile nasıl hayvanlaşabildiğini görmek güzel bir deneyimdi. Fransız seyircilerle dalga geçerek “Fransızca bilmiyorum. Söyleyeceklerimi anlamayanlar yanındakine çevirttirebilirler” diyerek güldüren Dee, “40. Yılımız ve bırakıyoruz” dedikten sonra da daha önce veda turnelerine çıkıp da müziğe devam eden Scorpions, Judas Priest ve Ozzy Osbourne’a da laf çakmayı ihmal etmedi. Misafir sanatçı olarak Motörhead efsanesi Phil Campbell’ı konuk eden grup onunla birlikte “Shoot ‘Em Down” ve Motörhead klasiği “Born to Raise Hell” çalarak unutulmaz bir performans sergilemiş oldu. Kapanışı da anlamlı ve muhteşem bir klasik olan S.M.F. ile yaptılar. Açıkçası bu adamların ülkemize gelmemiş ve muhtemelen bir daha da gelemeyecek olmaları Türk metal seyircisi için çok ama çok büyük bir eksiklik. Bu adamları mutlaka izlemelisiniz. Bizim için Twisted Sister’ı izlemek ve şarkılarına eşlik etmek unutulmaz bir deneyim, bu büyük gruba ayrılan 1 saat 15 dakikalık süre ise büyük hayal kırıklığı oldu.

 

3. GÜN

Geldik festivalin son ve en koşuşturmalı gününe. Güne dışarıda yapılan sağlam bir kahvaltıyla başlayarak ilk iki gündeki aynı arabadan alana yürüme ve içeri girerken kuyrukta bekleme ritüelleri derken Orphaned Land ve Dragon Force isteyip de göremediğimiz gruplar listesine eklenmiş oldu.
İçeri girdiğimizde Mainstage 2’de Tarja sahnedeydi. Dün kendisini misafir olarak izlemiştik bu sefer de ev sahibiydi. Kendi şarkıları dışında Muse’dan bir ve tabii ki Nightwish’den bir çok şarkı çaldı. Güzel bir giriş dinlencesi idi.
Akabinde Mainstage 1’de yerli grup Gojira çalarken biz de fırsat bu fırsat diyerek yemek yemeye gittik. Açıkçası ben Gojira’yı daha önce izlediğimde hiç ısınamamıştım. Zaten bir bunların bir de Mastadon’un bu kadar popüler olmasını hala anlamış değilim. Yemek sonrası da War Zone yakınlarındaki Lemmy Kilmister türbesini tavaf ederek gerçekten hacı mertebesine ulaşmış olduk!
Yemek sırası ve yemesi derken Mainstage 2’de çıkan Blind Guardian konserine yarısında yetişebildim. Ki aynı saatlerde Altar çadırında Insomnium ve Valley çadırında ise çok ama çok görmek istediğim Kadavar çalıyordu. Bunları da malum listeye ekledik. Konser alanına tam olarak yerleşip açımızı bulduğumuzda ise Blind Guardian konserlerinin olmazsa olmazı “The Bard’s Song – In the Forest” çalarak görevini yerine getirdi. Arkasından gelen “Mirror Mirror” da cilası oldu. Bu adamları 2006 yılında kendi konserlerinde –ki o anlarda Galatasarayımızın unutulmaz Gerets’li son maç şampiyonluğuna da radyodan tanık olmuştuk-  izledikten yıllar geçtikten sonra öğlen meze niyetine izlemek koydu. Hoş ben Hansi’nin saçlarına da alışamadım ve bir kere izledikten sonra bir daha da izliyim diye bir moda giremedim. Demek ki tek konserlikmişsin Blind Guardian.
Black Sabbath efsanesini önlerden izlemek ve arka arkaya da sevdiğimiz gruplar çıkacağından Mainstage önünü daha o saatlerden mesken edindik. Blind Guardian sonrası Mainstage 1’de sahneye Slayer çıktı. Benim için 3. kere olduğu, artık sıktığı ve sıradaki Amon Amarth’ı daha iyi bir yerden izlemek için biraz çaprazdan izlemek zorunda kaldım. Sıktığı için neden diyorum çünkü Slayer’ın karambol soloları bana yıllardır haz vermiyor. Tom Araya’nın o piç ve sinsi bakışlarını görmek bana daha fazla haz veriyor müziklerinden öte. Tom amca beyaz sakalları ve minimum replikle yine formundaydı. Kerry King yine karambol soloların hakkını verdi.  Safi şekilsin be Kerry’cim. Jeff Hannemann’ın yokluğu içimizi acıttı. Yıllardır sabit kadroda olan ve çok saçma bir şekilde hayatını kaybeden Hannemann için de son şarkılarda güzel bir arka fon açıldı. Yerine gelen eleman da bence gayet sağlam iş çıkardı. Repentless ile başlayan konserin son kısımları artık bilindiği üzere arka arkaya çalınan klasikler “Dead Skin Mask”, “Raining Blood” ve “Angel of Death” ile de son buldu. Sonuç olarak sanırım Slayer izleme limitimi yeterince doldurdum. Elveda Slayer, See you in another life brothers.
 
Slayer sonrası 4.kez izleme şerefine nail olduğum ve bıraksanız bir o kadar daha izleyip de sıkılmayacağım Amon Amarth Mainstage 2’de yerini aldı. Hep diyorum, yine diyorum, bence aktif metal grupları arasında zirvedeki gruptur. Açık ve net. Adamlar 10. albümlerini çıkarıyorlar ve hala her albümde ileri gidebiliyorlar. Bu müthiş bir başarıdır.  Playlistlerini de bir o güzel şekilde güncelliyorlar. Hem eski hitler hem de son dönemdeki hitlerine yer verirlerken, yeni albümden de şarkılar koyuyorlar. Misal Megadeth playlistinde sırtını hala 20 senelik şarkılara dayamış durumda. Örneğin Amon Amarth daha önceki konserlerinde sona sakladıkları “Pursuit of the Vikings”i artık ilk şarkı olarak çalarak, bizde hit ve bomba şarkı çok mesajı vermiyor da napıyor a dostlar? Evet bu muhteşem şarkıyla başlayan konser, son dönem hitlerden “As Loke Falls", son albümden “First Kill”, eskilerden “Cry of the Black Birds” ile devam etti. Arkasından gelen büyük hit “Death in Fire” öncesi Johan Hegg “Death in...” diye bağırdı ancak istediği “Fire” çığlığını duyamadı ve napıyosunuz lan siz der gibi kafasını salladı. Fransız seyircisini gördükten sonra metal gruplarının neden bizlere hayran olduğunu anlamış oldum. Çünkü bizim seyircimiz festivale de, konserlere de aç olduğu için gereken coşku ve katılımı gösteriyor. Neyse “Death in Fire” sonrası son dönem klasiklerinden “Deceiver of the Gods” ve eskilerden “Runes to My Memory” geldi. Son dönemden “War of the Gods” sonrası ise son albümden çıkan yeni metal marşımız “Raise Your Horns” geldi. İşte Amon Amarth bu yüzden çok büyük. Adamlar 10. albümlerinde bile marş gibi şarkı yapabiliyorlar. Tükenmenin tam tersine her albümde ortaya muhteşem riffler ve şarkılar çıkarmaya devam ediyorlar. Bu parça da tam konserlik, ve buna canlı olarak eşlik etmek muhteşemdi. Arkasından da Twilight of the Thunder God albümünün en güzel iki şarkısı “Guardians of Asgaard” ve albüme de adını veren “Twilight of the Thunder God” geldi. Son şarkı öncesi Johan’ın baltasıyla yaptığı patlamalı, alevli şov da güzeldi. Rammstein bunu bile yapmadı. Peeeh. Neyse Amon Amarth yine damağımızda muhteşem tatlar bırakarak sahneden inmiş oldu. Son albümden en sevdiğim şarkı “The Way of Vikings”i de bir başka konsere bıraktık. Ömrüm el verdiğince ben bu adamların konserlerini izlemeye devam edeceğim. “Raise Your Horns” ulaaan!!!
Mainstage 1’de sıra Megadeth’e geldi. Son albümleri Dystopia’yı oldukça beğendiğimi eklemek istiyorum. Megadeth’in bu kadar sene sonra bile böyle güzel albümler yapıyor olması takdire şayan. Ancak Mustaine’in yıllar geçtikçe de kendinden tiksindirdiği de ortada. Dini olaylara kendini kaptırması, Black Metal gruplarından nefret etmesi, Nick Menza’nın ölümünde bence pay sahibi olacak kadar kaprisli olması derken ben bu adamdan bildiğin nefret etmeye başladım. Bu adamın yıllardır konser kıyafeti bile aynı. Ya beyaz ya da siyah gömlek altına kot pantolon. İnsan biraz dinamik olur arkadaş ya. Playlist bile 20-25 senedir şarkılardan oluşuyor. Son dönem hitlerinden Public Enemy No. 1 veya Whose Life neden listede olmaz şaşırdım. En azından konserlerine yenilik ve dinamizm gelirdi. Son albümden “The Threat is Real”, “Poisonous Shadows”, “Dystopia” ve “Fatal Illusion” çalarken klasiklerden de  “Hangar 18”, “Tornado of Souls”, “She Wolf”, “Trust”, “A Tout Le Monde”, “Symphony of Destruction”, “Peace Sells” ve yıllardır son şarkı olarak çalınan “Holy Wars” çaldılar. Özellikle Fransa’da olduğumuz için “A Tout Le Monde” şarkısının nakaratını uzatmasını, seyirciyle daha fazla iletişime geçmesini beklerdim. Olmadı. Seyirci de zaten “Symphony of Destruction” girişinde Arjantinliler gibi “I love you Megadeth” çekmediler. Böyle gruba böyle seyirci. Zalimsin Mustaine sevmiyorum seni, rahat uyu Nick Menza, adamımsın! Yerimizi kaptırmamak uğruna da Temple çadırındaki Empyrium’u da görememek çok koydu.
Sıradaki grup ilk defa göreceğim ve oldukça merak ettiğim Ghost oldu. Bir sonraki Black Sabbath konserini önlerden izlemek için yerimizden kıpırdayamadık ve Ghost’u sadece dev ekrandan izleyebildik. Ama ne izleme. Ben böyle muhteşem bir sahne gösterisi görmedim. Ghost gördüğüm en büyük proje grubu. Evet adamlar bir konsept ve çevresinde yarattıkları gizemle çok başarılı işler yapıyorlar. Papa’nın sürekli değişmesi (veya öyle düşünmemizi istemeleri) seyircide de çok büyük hayranlık ve merak uyandıran çok başarılı bir hareket. Adam seyirciye yukarıdan ve küçümser bir konuşmayla harikulade hükmediyor. Rahibelerden ve çocuklardan oluşan koroların çıkması, Papa’nın seyirciye kutsal su içirmesi ve son şarkıdaki havai fişekler falan hepsi mükemmel. Tabii çaldıkları şarkıların da bunlarla müthiş uyumunun etkisi ortada. Ghost ilk defa izlediğim mükemmel bir peformansa imza attılar. Ve bu adamlar daha 3. albümlerini çıkardılar. Büyüksünüz!
Ve geldik festivalin ana amacına. Metal müziği yaratan, yönlendiren, şekillendiren Black Sabbath efsanesine. Ozzy Osbourne’u 2010’da İstanbul’da görmek yetmemişti. Black Sabbath olarak Tony Iommy ve Geezer Butler’ı da görmeliydim. The End adlı turnelerinden sonra dağılacaklarını ve veda ettiklerini duyurunca –ki bu sefer bana da son gibi geliyor- artık izlemek şart olmuştu. Önce arka ekranda şeytanın doğuşu temalı bir video izledik ve Black Sabbath amblemiyle birlikte efsaneler tam karşımızdaydı. Grupla aynı adı taşıyan ilk albüm ve ilk şarkılarıyla bizi karşıladılar. Arkasından 2. albümlerinden muhteşem bir parça “Fearies Wear Boots” geldi. Sonrasında da 3. albümden “After Forever” ve “Into the Void” söylendi. Sırayla gidildiği için bu sefer de 4. albümden muhteşem bir parça olan “Snowblind” geldi. Sırada ise büyük hit “War Pigs” vardı ve seyirciyle birlikte hep birlikte söylendi. Muhteşem bir andı! Tekrar ilk albüme döndük ve grup “Behing the Wall of Sleep” ve sonrasında da eskimeyen klasik “N.I.B.” çalındı. 2. albüme döndük tekrar ve aynı albümden “Rat Salad”, sonrasında hayvani baterist –ki kendisinin tpi de Muppet Show’daki Animal’a benziyordu- Tommy Clufetos’un enfes bateri solosu ve o solo üzerine de beklendiği gibi “Iron Man” geldi. Playlist grubun Ozzy ile kaydettiği ilk dört albüm (Black Sabbath, Paranoid, Master of Reality ve Vol IV) ağırlıklı idi, 5. ve 6. albümlere (Sabbath Bloddy Sabbath ve Sabotage) rağbet etmeyerek, Ozzy ile kaydettikleri ilk dönemin sondan bir önceki toplamda 7. albümü olan Technical Ectasy’den “Dirty Woman” çalınması ilginçti. Yine bir başka efsane “Children of the Grave” ile konser bitti. Arkasından tabii ki bis yapıldı ve Ozzy Osbourne, Tonny Iommy, Geezer Butler’dan kurulu, Ozzy’nin elemanı Tommy Clufetos’un destek verdiği metalin kurucusu Black Sabbath son olarak unutulmaz efsaneleri “Paranoid”i söylemek üzere karşımıza çıktılar ve bir efsaneyi daha uğurlamanın hüznüyle konser bitti.
Ozzy Osbourne yıllardır olduğu gibi yine iki büklüm ama şarkı söylerken enerjikti. Bir arkadaşım adam bitmiş dediğinde, bu adam gençken de böyleydi dedim. Bu adamın eski konserlerini açın aynısı. Adam zaten hep uyuşturucunun, alkolün etkisi altında sahnedeydi, yarı ölü gibiydi zaten. Ozzy’nin crowd surfing izleyen seyirciyi “look at me” diye azarlaması ise komikti. Tonny Iommy ise resmen sahnede aristokratlık dersi verdi. Adam gitarın tanrılarından ve cool duruşundan saniye ödün vermedi ve çıkarım işimi yapar giderim dedi. Tam bir İngiliz aristokratı değil de nedir? Geezer Butler da yaşına rağmen, basla harikalar yarattı. Bateriste tekrar değinmem gerekirse gördüğüm en güzel performanslardan birine imza attı. Adam arkada o klasik heavy metal şarkılarına ne güzel ataklar yerleştirdi, ne güzel coştu. Dinlemekten ve izlemekten mest oldum.
 
Biz bitti demeden bitmez diyen Hellfest ekibi, Black Sabbath üstüne bir de King Diamond koyunca, sabah erkenden trenimiz olmasına rağmen kralı az da olsa izledik. Maalesef sonuna kadar kalamadık ama kaldığımız süre zarfında benim için özel yeri olan “Sleepless Nights” ve tapılası şarkı “Eye of the Witch” i dinlemek bile yetti. Ama bir kenara yazdım, ki yıllardır King Diamond’un albümlerini, edebi yaklaşımını takdir eden birisi olarak hayranıyımdır. Bunu saymadım bir kere de bu adamı ve ekibini tam sürüm konserde izlemek isterim.
Sonuç olarak arkamızda muhteşem anları, eşsiz ezgileri, unutulmaz riffleri bırakarak, benim için ilk yurtdışı büyük festivalimi geride bıraktım. Fransız halkı inatla dillerinde ısrar etse de, hatta bira satanların bazısı İngilizce konuşamasa da, seyirci kütük gibi izlese de, orada bulunan 100bin seyirci o kadar alkol ve ot tüketmesine rağmen bir tane bile olay çıkmaması medeniyette olduğumuzu gösteren detaydı.
Hellfest benim açımdan unutulmaz bir deneyim oldu. Herkese de en azından yurtdışı bir büyük festivali  izlemesini tavsiye ederim. Sırada ise şimdi Graspop veya Wacken var. İzlenecek gruplarda da AC/DC, Aerosmith ilk aklıma gelenler.  
 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder