Ortaokul yıllarımda
Saygın’ın bana verdiği Manowar Kings of Metal albümünü dinlediğimden beri rock
ve metal müzik hayatımın hep bir parçası oldu. 2002 yılında Bostancı Gösteri
Merkezi’nde Dream Theater konseri izlediğimden beri de konserler en büyük hobim
ve zevk alanım. İlginç olan da bu blogun son yazısına da böyle başlamış olmam, çünkü o yazının konusu da Manowar'un konu albüm turnesinde ülkemizde düzenlediği konser olması...
Yıllardır ülkemizde
düzenlenen konserlerin bir çoğuna katılmaya, şarkılara eşlik edip, müzikle
birlikte tüm duygularımı yaşamaya, bunları da hayatımın güzel bir anısı olarak
hatırlamaya çalıştım. Geçen sene dostumun Hellfest’e gidişi ve detayları
paylaşmasıyla zaten uzun yıllardır aklımda olan ölmeden Wacken’ı görmeliyim
hedefim biraz saparak bu sene bu kadro ile Hellfest’i görmeliyime evrildi.
Nasıl evrilmesin arkadaş veda turnesindeki iki efsane Black Sabbath ve Twisted
Sister. Ki Twisted Sister’ın performansını da yıllar önce başka bir metal
manyağı Ufuk’tan uzun uzun dinlemiştim. Bunların yanına yine ilk defa
izleyeceğim King Diamond, Ghost ve Volbeat, lise yıllarında ucundan dinlediğim
Offspring, sahne performansı için Rammstein, yine yeniden Amon Amarth,
Testament gibi gruplar eklenince Ekim ayında biletimi alarak bu müthiş
yolculuğun ilk fitilini de ateşlemiş oldum. Açıkçası bunda yanımda arkadaşlarla
gidiyor olmanın rahatlığının payı büyüktü. Tecrübeli oldukları için uçak,
kalacak yer gibi sorunlarımız olmayacaktı. Kalacak yeri de 5 kişi Nantes
şehrinde güzel bir daire kiralayarak hallettik. Festivale yakın zamanda da
arabamızı kiraladık. Nantes ile festivalin düzenlendiği Clisson köyü arası
yaklaşık 30km.
Öncelikle bu yazımın ilk
amacı yıllar sonra dönüp baktığımda o mükemmel festivalin ayrıntılarını
hatırlamak, bir diğeri de festivale gitmeyi düşünen olursa ve bu sayfaya
ulaşmışsa belki bir faydam dokunur, yol gösterici bir bilgi alır umudum.
3,5 saatlik İstanbul –
Paris uçuşunun ardından Paris Charles De Gaulle havaalanına indik. Euro
2016’nın da etkisinden midir bilemiyorum ama pasaport polisinin yüzümüze bile
bakmadan pasaportumuzu onaylaması şaşırtıcıydı. Ben çok daha fazla güvenlik
beklerdim, en azından yüzümüze bakabilirdi. Bence büyük güvenlik eksikliği.
Neyse akabinde uzun bir bekleyiş ve 3,5 saat süren Paris – Nantes hızlı tren
yolculuğu sonrası evimize vardık.
Nantes görebildiğim
kadarıyla ufak ve şirin bir şehir. Tarihi olarak büyük bir katedrali ve şatosu
var. Evet etrafı hendekle çevrili ejderhaların koruduğu bildiğin şato. Perşembe
akşamı yemek yedikten sonra kısa bir şehir turu sonrası ertesi güne hazır olmak
için dinlenmeye çekildik.
Ertesi sabah da kahvaltı
sonrası yaklaşık 30-40 dakika süren araba yolculuğumuz sonrası Clisson köyüne
vardık. Köy halkından kimse dışarıda gezmiyordu ve evinin önüne araba
bırakılmamasını isteyenler medenice bir şerit çekerek bunu anlatmışlardı. Biz
de 3 gün boyunca 3 km uzağa park etmek zorunda kaldık.
İçeri girdiğinizde
biletinizi kontrol ederek bilekliğiniz takıyorlar ve bir daha da size bilet
falan sorulmuyor. Konser alanına girmeden cashless kartınızı alarak içine para
dolduruyorsunuz. Nakit ve kredi kartı seçenekleri mevcut. Ancak yemekler ve
aksesuar alışverişleri içeride ayrı ödendiği için sadece içecek parasını
yükleyebilirsiniz. 3 gün için 100 Euro ödedim ve fazlasıyla yetti, hatta arttı.
1. GÜN
Başlayan yağmurla
birlikte Hellfest’te ilk dinlediğim grup Halestorm oldu. Mainstage 1’de
çalıyorlardı ve sadece adlarına aşina olduğum bir gruptu. Vokalin sempatikliği
ve son çaldıkları şarkı “I Miss the Misery”’deki çoşku seyirci katılımıyla
aklımda kaldı. Tam konserlik şarkı yapmışlar, dinleyip dinleyip duruyorum.
Oradan hemen Altar
çadırındaki Kavok’a uzandık. Onlar da 80ler thrash esintileriyle kulağımızın
pasını aldılar. Bu grubu ilk defa dinledim ve beğendim. İş var adamlarda!
Akabinde tekrar Mainstage
1’de 3. kez Anthrax izledim. Anthrax iyidir hoştur da bir süre sonra sıkıyor
be. Olsun yine de “Antisocial” ve “Got the Time” dinlemek ve Joey
Belladonna’nın Indians şarkısında kızılderili şapka takmasını görmek için bile
değer.
Arkasından Altar
çadırında Vader izlerken dinlendik ve pek tarzım olmadığı için sıkıldım.
Akabinde yemek falan
derken kendimi Altar çadırında Sacred Reich dinlerken buldum. Eski olduklarını
bildiğim grup tecrübenin hakkını verdiler. Şarkılarını bilmiyordum ama hepsi
tanıdık ve güzel geldi. Tabii ki Black Sabbath coverı “War Pigs”de ise
müthişlerdi. Vokalin sesi çok temizdi ve mükemmel bir performansla coverladılar.
Daha önce İstanbul’da
izlediğim ve çok keyif aldığım Korpiklaani’yi satarak Mainstage 1’de Volbeat
izlemeye geçtim. Çok kaliteli ve güzel müzik yapmalarına rağmen maalesef solo
gitarist ve diğer elemanların durgunlukları nedeniyle seyirciyi ateşleyemeyen
bir grup. Bir süre sonra da tüm şarkıları benzer gibi geliyor. Vokalinin sesi
çok güzel ama maalesef bunlar çok büyük grup olmak için yetmiyor. Fransız
seyircisinin de Johnny Cash bilmemesi sonucu “Dead Man’s Tongue” öncesi girişte
çalınan “Ring of Fire”a katılımda büyük bir hayalkırıklığı yaşayan grup
izlediğim süre zarfında güzel çaldılar ama seyirciyi gazlayamadılar. Zaten
dediğim gibi bir süre sonra tüm şarkılar aynı gelmeye başladığı için orayı
terkederek Altar çadırının yolunu tuttuk.
Overkill 3. kez yine
karşımdaydı ve her zamanki gibi Blitz ortalığı dağıttı. Adam her seferinde daha
da gençleşiyor. Yine çok gazlar, yine hayvan gibiler. Overkill thrash metal
efsanesi olmaya devam ediyor. Hele benim için en güzel enstantane ise crowd
surfing olayının bu konserde tekerlekli sandalyede oturan birine yapılmasıydı.
Adamı sandalyesiyle gezdirdiler ve çok ama çok sevindi. Mükemmel bir
görüntüydü. “Rotten the Core”, “Feel the Fire” ve “Elimination” hepimizi
coştururken biz de dinlenmek üzere uzaklaşıyorduk.
Normalde müziklerine
bayılmasam da daha önce İnönü Stadı’ndaki sahne şovlarına hayran olduğum
Rammstein için çok heyecanlıydım. Hatta Mainstage önünden geçen ve diğer iki
gün boyunca insanların bir taraftan bir tarafa dağcılar gibi geçtikleri çelik
halatlar ilk gün Rammstein yüzünden konmamıştı. Demek ki sahne şovu harika
olacaktı beklentisiyle izlediğim konser tamamen bir zaman kaybıydı. Ne bir
sahne şovu vardı, en ufak bir aksiyon bile olmadı, ne de sahnedekilerde bir ruh
veya istek. Zorla çıkartılmış gibi şarkılarını söylerlerken ben de Rammstein
yüzünden kaçıracağıma üzüldüğüm ama o anki kararımla ve büyük bir sevinçle
Testament izlemek için Altar çadırının yolunu tuttum.
Testament, bu adamlara ne
desem ki. Bunlar da 3. kez ve yine dimdik bir şekilde karşımızdaydılar. Chuck
Billy ve Alex Scolnick hayvanları yine ortalığın tozunu aldılar. “Over the
Wall” ile başlayan fırtına, “The Preacher”, “Into the Pit” ve “The New Order”
gibi klasiklerle devam etti. Chuck’ın mikrofonunu öyle bir ayarlamışlardı ki,
sesi çiğ geldiği için 90’ların kasetlerini dinler gibi bir tat yakaladık.
Normalde böyle bir şey bizi rahatsız etmeliyken kulaklarımızda eskiyi
canlandırdığı için mutlu bile olduk. Testament çok ama çok iyiydi. Chuck yine
kısa mikrofon çubuğuyla süper air sololar atarken, Alex ise sololarıyla yardı
geçirdi. Benim için Testament demek Yeni
Melek konserinde sahneye çıkan onlarca metalcinin birlikte headbang yapması ve
aralarından birinin Chuck’ın elini öpüp alnına götürmesi demektir. O
görüntüleri yıllardır unutamam.
Sonrasında ise birşeyler
atıştırırken Offspring de Mainstage 2’de arka fon oluşturdu. Lise yıllarıma
gittim ve o zamandan aklımda kalan “Why Don’t You Get a Job” dinleyerek
nostalji yaşadım. “Pretty Fly” ve “The Kids Aren’t Alright” dinleyemeden
ayrılmak zorunda kaldık. Arada ise Tremonti ve Abbath’a uzaktan kısa süreliğine
göz attım. Tremonti çok fena yardırıyordu. Adamlarda bir virtüözlük olduğu
ortada.
Ve ilk günün sonunda
nerdeyse saat 3:30 – 4 gibi kendimizi evde bulduk ve ertesi günü için
dinlenmeye çekildik.
2. GÜN
Bir gün önce geç dönülen
gece ve yorgunluk sonrası, üstüne de tekrar giriş sırasında kaybedilen zaman ve
maalesef çok istemem rağmen Loudness, Glenn Hughes ve Sixx:A.M. izleyemeden
girişimizi Mainstage 1 ve 40. Yılını kutlayan Foreigner ile yaptık. Sadece
adını bildiğim grup çevremizdeki eskilere nostalji yaşatırken bize de
dinlenirken arka fon oldu. Bana göre çok eski ve klasik rock yaptıkları için
pek fazla dikkatimi çekemediler.
Yine izlemeyi çok
istediğim –ki sadece marş modundaki 1-2 parçalarını bildiğim- Sick of It All
ilk şarkılar itibariyle kulaklarımızı yorunca biz de yemek yemek için ortamdan
uzaklaştık. Bu grup da 30. yıl turnesi ve sadece adıyla hafızamda kalmış oldu.
Mainstage 1’de sahne alan
ve 3. kez izleme & dinleme şerefine nail olduğum Joe Satriani yine
bildiğimiz gibiydi. Bu adam kadar işini yaparken zevk alanını görmedim. Adam
bastığı her notadan acaip haz alıyor ve bunu da bizlere aktarıyor.
Satriani sonrası
Mainstage 2’de Disturbed yerini aldı. Son albümüyle beğenimi kazanan ve bence
eski zibidi halinden eser kalmayıp olgunluk dönemine ulaşan grubun performansı
harikaydı. Son albümün büyük hiti “The Sound of Silence” ile birlikte büyük bir
fedakarlık yaparak üstüste üç cover çalarak adeta kendi konserlerinden feragat
etmiş oldular. İlk olarak sahneye Nicki Sixx ve gitaristini çağıran grup
birlikte Mötley Crue klasiği “Shout at the Devil”i, sonrasında ise botoxlu Glenn
Hughes ile birlikte “Baba O’Riley”i ve son olarak da Rage Against the Machine
klasiği “Killing in the Name”i çalarak seyirciyi gaza getirdiler.
Mainstage 1’de headliner
olarak çıkacak Twisted Sister’ı önlerden izlemek için bu sahnede bir önce çıkan
Within Temptation’u da önlerden izlemek ve bu esnada Warzone’da sahne alan Bad
Religion performansını da kaçırmak zorunda kaldık. Favori grubum olmasa da
sempatiyle baktığım grubun –ki bana tüm kadın vokalli Senfonik metal grupları
aynı geliyor- performansı güzeldi. Vokaldeki Sharon’ın güllü ve dantelli Yıldız
Tilbe formatında çıkmasını –ki bence kadın yüz olarak da benzediği için Yıldız
Tilbe’nin şişmanı benzetmesini yaptım- saymazsak güzel bir konserdi. “Faster”
ve “Mother Earth” bildiğim şarkılardı. Sharon misafir olarak ertesi gün sahne
alacak Tarja’yı konuk etti ve birlikte “Paradise”’i söylediler. Bu da biz
festival seyircisine özel anlardı.
Akabinde yerimizden
kıpırdayamadığımız için, her festival seyircisinin başına gelebilecek en kötü
anlardan birine tanık oldum. Sevdiğin grubu beklerken dinlemek ve çekmek
zorunda kaldığın ve en nefret ettiğin tarzda müzik yapan diğer grup. Evet
Mainstage 2’de çıkan ve kulaklarımız ve 5 duyumuzun her şekilde içine eden
Bring Me the Horizon adlı ergen grup beni mahvetti. Bir kısım metal müzik
yazarlarının inatla parlatmaya ve metal müziğin yükselen yıldızı olarak
göstermeye çalıştığı bu gençler bana tarifsiz acılar yaşattılar. Yaptıkları
müzik bana zerre hitap etmiyor ve maruz kaldığımda da bana acı veriyor.
Ve sonunda geldik
festival boyunca ilk defa büyük ve beklenen performans olarak karşımıza çıkan
Twisted Sister’a. 40. Yıl ve veda turneleri sebebiyle maalesef ilk defa
izleyebildiğim Twisted Sister konseri anılarımda izlediğim en güzel konserler
listesinde zirveye oynayacaklar kısmında yerini aldı. Her anından tecrübe ve
ustalık fışkıran konserin yıldızı tabii ki, frontman’lik dersi veren Dee
Sneider oldu. Bir an bile yerinde durmayan seyirciyi sürekli yerinden oynatan,
şarkılara eşlik ettiren bu adamın müziği bıraktığını bilmek çok üzücü. Ne desem
ki, “Burn in Hell”, “You Can’t Stop Rock’n’Roll” gibi klasikleri arka arkaya
patlatan TS’ın zirve performansı “We’re not Gonna Take It” ile oldu. Ölen
davulcuları A.J. Pero’ya atfettikleri “The Price” ile mükemmel duygu yoğunluğu
yaşatan TS, bir başka klasik “I Wanna Rock” ile hepimizi zıplattı, kudurttu.
Geçen sene davulcuları A.J. Pero’yu kaybettikleri için turneye bir davul
efsanesi Mike Portnoy ile çıkmaları bizim için büyük bir şanstı. Portnoy’un
glam rock şarkılarda bile nasıl hayvanlaşabildiğini görmek güzel bir deneyimdi.
Fransız seyircilerle dalga geçerek “Fransızca bilmiyorum. Söyleyeceklerimi
anlamayanlar yanındakine çevirttirebilirler” diyerek güldüren Dee, “40. Yılımız
ve bırakıyoruz” dedikten sonra da daha önce veda turnelerine çıkıp da müziğe
devam eden Scorpions, Judas Priest ve Ozzy Osbourne’a da laf çakmayı ihmal
etmedi. Misafir sanatçı olarak Motörhead efsanesi Phil Campbell’ı konuk eden
grup onunla birlikte “Shoot ‘Em Down” ve Motörhead klasiği “Born to Raise Hell”
çalarak unutulmaz bir performans sergilemiş oldu. Kapanışı da anlamlı ve
muhteşem bir klasik olan S.M.F. ile yaptılar. Açıkçası bu adamların ülkemize
gelmemiş ve muhtemelen bir daha da gelemeyecek olmaları Türk metal seyircisi
için çok ama çok büyük bir eksiklik. Bu adamları mutlaka izlemelisiniz. Bizim
için Twisted Sister’ı izlemek ve şarkılarına eşlik etmek unutulmaz bir deneyim,
bu büyük gruba ayrılan 1 saat 15 dakikalık süre ise büyük hayal kırıklığı oldu.
3. GÜN
Geldik festivalin son ve
en koşuşturmalı gününe. Güne dışarıda yapılan sağlam bir kahvaltıyla başlayarak
ilk iki gündeki aynı arabadan alana yürüme ve içeri girerken kuyrukta bekleme
ritüelleri derken Orphaned Land ve Dragon Force isteyip de göremediğimiz
gruplar listesine eklenmiş oldu.
İçeri girdiğimizde
Mainstage 2’de Tarja sahnedeydi. Dün kendisini misafir olarak izlemiştik bu
sefer de ev sahibiydi. Kendi şarkıları dışında Muse’dan bir ve tabii ki
Nightwish’den bir çok şarkı çaldı. Güzel bir giriş dinlencesi idi.
Akabinde Mainstage 1’de
yerli grup Gojira çalarken biz de fırsat bu fırsat diyerek yemek yemeye gittik.
Açıkçası ben Gojira’yı daha önce izlediğimde hiç ısınamamıştım. Zaten bir
bunların bir de Mastadon’un bu kadar popüler olmasını hala anlamış değilim. Yemek sonrası da War Zone yakınlarındaki Lemmy Kilmister türbesini tavaf ederek gerçekten hacı mertebesine ulaşmış olduk!
Yemek sırası ve yemesi
derken Mainstage 2’de çıkan Blind Guardian konserine yarısında yetişebildim. Ki
aynı saatlerde Altar çadırında Insomnium ve Valley çadırında ise çok ama çok
görmek istediğim Kadavar çalıyordu. Bunları da malum listeye ekledik. Konser
alanına tam olarak yerleşip açımızı bulduğumuzda ise Blind Guardian
konserlerinin olmazsa olmazı “The Bard’s Song – In the Forest” çalarak görevini
yerine getirdi. Arkasından gelen “Mirror Mirror” da cilası oldu. Bu adamları
2006 yılında kendi konserlerinde –ki o anlarda Galatasarayımızın unutulmaz
Gerets’li son maç şampiyonluğuna da radyodan tanık olmuştuk- izledikten yıllar geçtikten sonra öğlen meze
niyetine izlemek koydu. Hoş ben Hansi’nin saçlarına da alışamadım ve bir kere
izledikten sonra bir daha da izliyim diye bir moda giremedim. Demek ki tek
konserlikmişsin Blind Guardian.
Black Sabbath efsanesini
önlerden izlemek ve arka arkaya da sevdiğimiz gruplar çıkacağından Mainstage
önünü daha o saatlerden mesken edindik. Blind Guardian sonrası Mainstage 1’de
sahneye Slayer çıktı. Benim için 3. kere olduğu, artık sıktığı ve sıradaki Amon
Amarth’ı daha iyi bir yerden izlemek için biraz çaprazdan izlemek zorunda
kaldım. Sıktığı için neden diyorum çünkü Slayer’ın karambol soloları bana
yıllardır haz vermiyor. Tom Araya’nın o piç ve sinsi bakışlarını görmek bana
daha fazla haz veriyor müziklerinden öte. Tom amca beyaz sakalları ve minimum
replikle yine formundaydı. Kerry King yine karambol soloların hakkını
verdi. Safi şekilsin be Kerry’cim. Jeff
Hannemann’ın yokluğu içimizi acıttı. Yıllardır sabit kadroda olan ve çok saçma
bir şekilde hayatını kaybeden Hannemann için de son şarkılarda güzel bir arka
fon açıldı. Yerine gelen eleman da bence gayet sağlam iş çıkardı. Repentless
ile başlayan konserin son kısımları artık bilindiği üzere arka arkaya çalınan klasikler
“Dead Skin Mask”, “Raining Blood” ve “Angel of Death” ile de son buldu. Sonuç
olarak sanırım Slayer izleme limitimi yeterince doldurdum. Elveda Slayer, See
you in another life brothers.
Slayer sonrası 4.kez izleme
şerefine nail olduğum ve bıraksanız bir o kadar daha izleyip de sıkılmayacağım
Amon Amarth Mainstage 2’de yerini aldı. Hep diyorum, yine diyorum, bence aktif metal
grupları arasında zirvedeki gruptur. Açık ve net. Adamlar 10. albümlerini çıkarıyorlar
ve hala her albümde ileri gidebiliyorlar. Bu müthiş bir başarıdır. Playlistlerini de bir o güzel şekilde
güncelliyorlar. Hem eski hitler hem de son dönemdeki hitlerine yer verirlerken,
yeni albümden de şarkılar koyuyorlar. Misal Megadeth playlistinde sırtını hala
20 senelik şarkılara dayamış durumda. Örneğin Amon Amarth daha önceki
konserlerinde sona sakladıkları “Pursuit of the Vikings”i artık ilk şarkı
olarak çalarak, bizde hit ve bomba şarkı çok mesajı vermiyor da napıyor a
dostlar? Evet bu muhteşem şarkıyla başlayan konser, son dönem hitlerden “As Loke
Falls", son albümden “First Kill”, eskilerden “Cry of the Black Birds” ile
devam etti. Arkasından gelen büyük hit “Death in Fire” öncesi Johan Hegg “Death
in...” diye bağırdı ancak istediği “Fire” çığlığını duyamadı ve napıyosunuz lan
siz der gibi kafasını salladı. Fransız seyircisini gördükten sonra metal
gruplarının neden bizlere hayran olduğunu anlamış oldum. Çünkü bizim seyircimiz
festivale de, konserlere de aç olduğu için gereken coşku ve katılımı
gösteriyor. Neyse “Death in Fire” sonrası son dönem klasiklerinden “Deceiver of
the Gods” ve eskilerden “Runes to My Memory” geldi. Son dönemden “War of the
Gods” sonrası ise son albümden çıkan yeni metal marşımız “Raise Your Horns”
geldi. İşte Amon Amarth bu yüzden çok büyük. Adamlar 10. albümlerinde bile marş
gibi şarkı yapabiliyorlar. Tükenmenin tam tersine her albümde ortaya muhteşem
riffler ve şarkılar çıkarmaya devam ediyorlar. Bu parça da tam konserlik, ve
buna canlı olarak eşlik etmek muhteşemdi. Arkasından da Twilight of the Thunder
God albümünün en güzel iki şarkısı “Guardians of Asgaard” ve albüme de adını
veren “Twilight of the Thunder God” geldi. Son şarkı öncesi Johan’ın baltasıyla
yaptığı patlamalı, alevli şov da güzeldi. Rammstein bunu bile yapmadı. Peeeh.
Neyse Amon Amarth yine damağımızda muhteşem tatlar bırakarak sahneden inmiş
oldu. Son albümden en sevdiğim şarkı “The Way of Vikings”i de bir başka konsere
bıraktık. Ömrüm el verdiğince ben bu adamların konserlerini izlemeye devam
edeceğim. “Raise Your Horns” ulaaan!!!
Mainstage 1’de sıra
Megadeth’e geldi. Son albümleri Dystopia’yı oldukça beğendiğimi eklemek
istiyorum. Megadeth’in bu kadar sene sonra bile böyle güzel albümler yapıyor
olması takdire şayan. Ancak Mustaine’in yıllar geçtikçe de kendinden
tiksindirdiği de ortada. Dini olaylara kendini kaptırması, Black Metal
gruplarından nefret etmesi, Nick Menza’nın ölümünde bence pay sahibi olacak
kadar kaprisli olması derken ben bu adamdan bildiğin nefret etmeye başladım. Bu
adamın yıllardır konser kıyafeti bile aynı. Ya beyaz ya da siyah gömlek altına
kot pantolon. İnsan biraz dinamik olur arkadaş ya. Playlist bile 20-25 senedir
şarkılardan oluşuyor. Son dönem hitlerinden Public Enemy No. 1 veya Whose Life
neden listede olmaz şaşırdım. En azından konserlerine yenilik ve dinamizm
gelirdi. Son albümden “The Threat is Real”, “Poisonous Shadows”, “Dystopia” ve “Fatal
Illusion” çalarken klasiklerden de “Hangar
18”, “Tornado of Souls”, “She Wolf”, “Trust”, “A Tout Le Monde”, “Symphony of
Destruction”, “Peace Sells” ve yıllardır son şarkı olarak çalınan “Holy Wars”
çaldılar. Özellikle Fransa’da olduğumuz için “A Tout Le Monde” şarkısının
nakaratını uzatmasını, seyirciyle daha fazla iletişime geçmesini beklerdim. Olmadı.
Seyirci de zaten “Symphony of Destruction” girişinde Arjantinliler gibi “I love
you Megadeth” çekmediler. Böyle gruba böyle seyirci. Zalimsin Mustaine sevmiyorum seni, rahat uyu Nick
Menza, adamımsın! Yerimizi kaptırmamak uğruna da Temple çadırındaki Empyrium’u
da görememek çok koydu.
Sıradaki grup ilk defa
göreceğim ve oldukça merak ettiğim Ghost oldu. Bir sonraki Black Sabbath
konserini önlerden izlemek için yerimizden kıpırdayamadık ve Ghost’u sadece dev
ekrandan izleyebildik. Ama ne izleme. Ben böyle muhteşem bir sahne gösterisi
görmedim. Ghost gördüğüm en büyük proje grubu. Evet adamlar bir konsept ve
çevresinde yarattıkları gizemle çok başarılı işler yapıyorlar. Papa’nın sürekli
değişmesi (veya öyle düşünmemizi istemeleri) seyircide de çok büyük hayranlık
ve merak uyandıran çok başarılı bir hareket. Adam seyirciye yukarıdan ve
küçümser bir konuşmayla harikulade hükmediyor. Rahibelerden ve çocuklardan
oluşan koroların çıkması, Papa’nın seyirciye kutsal su içirmesi ve son
şarkıdaki havai fişekler falan hepsi mükemmel. Tabii çaldıkları şarkıların da
bunlarla müthiş uyumunun etkisi ortada. Ghost ilk defa izlediğim mükemmel bir
peformansa imza attılar. Ve bu adamlar daha 3. albümlerini çıkardılar.
Büyüksünüz!
Ve geldik festivalin ana
amacına. Metal müziği yaratan, yönlendiren, şekillendiren Black Sabbath
efsanesine. Ozzy Osbourne’u 2010’da İstanbul’da görmek yetmemişti. Black Sabbath
olarak Tony Iommy ve Geezer Butler’ı da görmeliydim. The End adlı turnelerinden
sonra dağılacaklarını ve veda ettiklerini duyurunca –ki bu sefer bana da son
gibi geliyor- artık izlemek şart olmuştu. Önce arka ekranda şeytanın doğuşu
temalı bir video izledik ve Black Sabbath amblemiyle birlikte efsaneler tam
karşımızdaydı. Grupla aynı adı taşıyan ilk albüm ve ilk şarkılarıyla bizi
karşıladılar. Arkasından 2. albümlerinden muhteşem bir parça “Fearies Wear
Boots” geldi. Sonrasında da 3. albümden “After Forever” ve “Into the Void”
söylendi. Sırayla gidildiği için bu sefer de 4. albümden muhteşem bir parça olan
“Snowblind” geldi. Sırada ise büyük hit “War Pigs” vardı ve seyirciyle birlikte
hep birlikte söylendi. Muhteşem bir andı! Tekrar ilk albüme döndük ve grup “Behing
the Wall of Sleep” ve sonrasında da eskimeyen klasik “N.I.B.” çalındı. 2. albüme döndük tekrar ve aynı albümden “Rat Salad”, sonrasında hayvani baterist –ki kendisinin
tpi de Muppet Show’daki Animal’a benziyordu- Tommy Clufetos’un enfes bateri
solosu ve o solo üzerine de beklendiği gibi “Iron Man” geldi. Playlist grubun
Ozzy ile kaydettiği ilk dört albüm (Black Sabbath, Paranoid, Master of Reality
ve Vol IV) ağırlıklı idi, 5. ve 6. albümlere (Sabbath Bloddy Sabbath ve
Sabotage) rağbet etmeyerek, Ozzy ile kaydettikleri ilk dönemin sondan bir
önceki toplamda 7. albümü olan Technical Ectasy’den “Dirty Woman” çalınması
ilginçti. Yine bir başka efsane “Children of the Grave” ile konser bitti.
Arkasından tabii ki bis yapıldı ve Ozzy Osbourne, Tonny Iommy, Geezer Butler’dan
kurulu, Ozzy’nin elemanı Tommy Clufetos’un destek verdiği metalin kurucusu
Black Sabbath son olarak unutulmaz efsaneleri “Paranoid”i söylemek üzere
karşımıza çıktılar ve bir efsaneyi daha uğurlamanın hüznüyle konser bitti.
Ozzy Osbourne yıllardır
olduğu gibi yine iki büklüm ama şarkı söylerken enerjikti. Bir arkadaşım adam
bitmiş dediğinde, bu adam gençken de böyleydi dedim. Bu adamın eski
konserlerini açın aynısı. Adam zaten hep
uyuşturucunun, alkolün etkisi altında sahnedeydi, yarı ölü gibiydi zaten. Ozzy’nin
crowd surfing izleyen seyirciyi “look at me” diye azarlaması ise komikti. Tonny
Iommy ise resmen sahnede aristokratlık dersi verdi. Adam gitarın tanrılarından
ve cool duruşundan saniye ödün vermedi ve çıkarım işimi yapar giderim dedi. Tam
bir İngiliz aristokratı değil de nedir? Geezer Butler da yaşına rağmen, basla harikalar
yarattı. Bateriste tekrar değinmem gerekirse gördüğüm en güzel performanslardan
birine imza attı. Adam arkada o klasik heavy metal şarkılarına ne güzel ataklar
yerleştirdi, ne güzel coştu. Dinlemekten ve izlemekten mest oldum.
Biz bitti demeden bitmez
diyen Hellfest ekibi, Black Sabbath üstüne bir de King Diamond koyunca, sabah
erkenden trenimiz olmasına rağmen kralı az da olsa izledik. Maalesef sonuna
kadar kalamadık ama kaldığımız süre zarfında benim için özel yeri olan “Sleepless
Nights” ve tapılası şarkı “Eye of the Witch” i dinlemek bile yetti. Ama bir
kenara yazdım, ki yıllardır King Diamond’un albümlerini, edebi yaklaşımını
takdir eden birisi olarak hayranıyımdır. Bunu saymadım bir kere de bu adamı ve
ekibini tam sürüm konserde izlemek isterim.
Sonuç olarak arkamızda
muhteşem anları, eşsiz ezgileri, unutulmaz riffleri bırakarak, benim için ilk
yurtdışı büyük festivalimi geride bıraktım. Fransız halkı inatla dillerinde
ısrar etse de, hatta bira satanların bazısı İngilizce konuşamasa da, seyirci
kütük gibi izlese de, orada bulunan 100bin seyirci o kadar alkol ve ot
tüketmesine rağmen bir tane bile olay çıkmaması medeniyette olduğumuzu gösteren
detaydı.
Hellfest benim açımdan
unutulmaz bir deneyim oldu. Herkese de en azından yurtdışı bir büyük festivali izlemesini
tavsiye ederim. Sırada ise şimdi Graspop veya Wacken var. İzlenecek gruplarda
da AC/DC, Aerosmith ilk aklıma gelenler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder